Çok ama çok heyecanlıydım. İlk defa Likya
yolunda yürüyüşe çıkacaktım. Canım arkadaşlarım ve sevgilim çoğu yerini
yürümüşlerdi halbuki... Benimse” yürü yürü ayaklara karasular” blogumdan başka
çok uzun süren trekking maceram da yoktu. Ama sevgilimin bana ben biraz
nazlanmama rağmen yıllar önce özene bezene aldırdığı şahane Trekking ayakkabım,
yeni temin edilmiş pantolonum, kafa lambam, gece lambam, soğuktan sıcaktan
terden koruyacak sevgilimin bana ilk hediyesi fularım, kamp için kullanılan
çatal-bıcak-kaşık kombinasyonum ve portatif küçülen bardağımız hazırdı. Emreden
aldığım tek baton ve Anıl’dan şapka tedariki ile uzun yola hazırdım ama yine de
tecrübesizliğim ve keşfetme merakımdan dolayı heyecanlıydım. Ben de Volkan’ın
çektiği muhteşem fotolara yaklaşır fotolar çekebilecek, o muhteşem manzaralara
karşı keyfe dalabilecek miydim? Biliyorsunuzdur, Likya yolu Fethiye’den
başlayıp Antalya’ya kadar uzanan zamanında Likyalıların pıtır pıtır yürüdüğü
bir yolmuş. Tüm parkurlar toplanınca yaklaşık 590 km’ye varıyor. Antik
kentlerden de geçiliyor, denizin kenarından da , köylerden de...Likya yolu
Garanti Bankası sponsorluğunda Kate Clow (Kendisi Türk Vatandaşı olup Kardelen
Karlı adını almış) tarafından adım adım tekrar keşfedilmiş ve işaretlenmiş.
Kate Clow tüm yollarda taşların ağaçların üzerine kırmızı-beyaz işaretler
koymuş. Sonra oradan geçenler de üstlerine yenilerini eklemiş ya da
tazelemişler. Kırmızı beyaz’ın Türk bayrağından esinlenildiğini düşündük. Onun
dışında yollarda bol bol “baba” var. Benim gibi izcilik ve trekking konusunda
tecrübesizler “baba” ne diye sorabilir. Üst üste konulan taşlardan oluşan
babalar, yolun oradan devam ettiğini ve daha önce orada insanların bulunduğunu
belirtiyormuş. Babanıza güvendiğiniz gibi yola devam edebileseniz diye : ) Herkese
bol bol babalı yollar diliyorum, iyi ki de sevgilim eski izcilerden diyorum.
Aslında sadece işaretler izlenerek de takip
edilebilecek bir yol. Ama yine de bir harita ve Kate Clow’un (tabii
bulabilirseniz) “Likya Yollarında Yürümek” adlı kitabı edinilebilir. Ben ayrıca
arkeolojiye de merakım olduğu için Nevzat Çelik’in “ Taşların izinde Likya” kitabını da kitaplığıma ekledim. Bu ilk
gezimizde çok ilerleyemedik ama ileriki Likya Yolları gezilerimizde şehirlerin maceralarını
da okudukça sizlere aktarmaya çalışacağım. Yine de siz kitapları edinin. Bu
arada hala Kate Clow’un kitabını çok inceleyemedim. Genelde rotalar, kalınacak
yerler, su kaynakları gibi yolda çok işe yarayabilecek bilgiler içeren bu kitap
da yolda yanınızda olması gereken bir kitap. Likyalıların hayatları, nerelerde
yaşadıkları beni çok ama çok heyecanlandırıyor.. maceralarım geliyor...
Ben ilk Likya Yolları ile canım arkadaşım
Volkan’ın harika fotoğrafları sayesinde tanıştım http://www.flickr.com/photos/7975353@N03/sets/72157604259125658/. Yıllarca gezdi, gezdi beni de heveslendirdi. Üstelik sevgilim de
çoğunu yürümüş, ben kıskanmayım da kim kıskansın...
Her neyse biz de 23 Nisan’ın Pazartesiye denk
gelmesi ile neşe dolduk ve Likya Yolunda bir rota belirledik. Yol aslında
Fethiye Ovacık’tan başlıyor. Ama
Ovacık’tan Faralyaya yol biraz uzun ve otobüs yolculuğundan sonra
zorlayıcı olabileceği için Volkan’ın da tavsiyeleri ile daha faklı bir rota
çizdik kendimize. İlk gün aslında Likya Yolu rotasında yer almamasına rağmen
(nedeni Kate Clow’un kitabında yer almıyor) eski bir Likya kenti olan Kayaköy’den
başlayıp Ölüdeniz’de son bulan yolda yürüdük. Çok dik olmayan çıkışlar ve
inişler içeren nispeten kolay olan bu rota Ölüdeniz’e varmadan size muhteşem
manzaralar sunabiliyor.
Önce Fethiye’de Dolmuş duraklarında Kayaköy’e
vardık. Ören yerinin hemen karşısındaki mekanda kahvaltı ettik. Ben çok
yorulacağız diye bir sürü bir sürü yedim. Kahvaltı sulu yumurtaları hariç gayet
başarılı idi. Ören yerine giriş 5 lira. Müze kartınız varsa bedava. Hemen
altında yemek yiyebileceğiniz köylüler tarafından işletilen bir sürü mekan var.
Bunlardan birinde teyze tavuklarını beslerken, minik ama hiperaktif köpeği
Heidi üstüme zıplayıp durdu. Heidi bu arada erkek. Nereden aldığını bilmediğim
enerji ile sahibi ve tavuklar arasında mekik dokuyup durdu. Kahvaltı yaptığımız
mekandaki köpecikler ise sabah marmurluğu mudur nedir, ne bize fazla
yaklaştılar.. ne de hoplayıp zıpladılar..
Biz de müze kartlarımızla girdiğimiz
Karaköy’de tepelere tırmanmaya başladık. Nevzat Çelik’in de kitabında
belirttiği gibi şu an hayalet köy görüntüsüne sahip olan bu köyde Likyalılardan
kalma eserleri değil, Rumlardan kalma hayalet evleri görüyorsunuz. Asıl adı
Levissi olan bu köy 1912’den sonra mübadele sırasında tamamen boşaltılmış ve
geriye uçan çatıların altındaki kaya duvarları kalmış. Bu köyde toprak tamamen
verimli kullanılsın diye sadece yamaçlara ev yapılırmış. Düzlükler tarım için
kullanılırmış. Ayrıca taraça şeklinde sıralanmış hiç bir ev diğer evin güneşini
kesmiyor ki tüm evler güneşin bereketinden yeterince faydalanabilsin diye. Şu
an gerçekten hayalet köy görüntüsü olan Kayaköy’de görülecek yerlerden biri de
geniş avlusu ve muhteşem Kayaköy manzarası ile Kilise. Kilise’nin duvarlarından
da tarihin çeşitli sayfaları ılık ılık akmakta. Karaköy’ün gizemli dünyasına
tepelere tırmanıp veda ettikten sonra başladık Ölüdeniz’e doğru yol almaya. Bu
arada işaretler burada Kate Clow’un Likya yolları kırmızı-beyaz işaretlerinden
farklı olarak sarı kırmızı. Cimbom hayranlarının gururunu okşayan yol yer yer
keçilerle paylaşılıyor, yer yer muhteşem manzarası ile insanın hele hele Ankara
gibi kurak memleketten gelen otobüs yolcularının uykularını açıyor. Yavaş yavaş
yürüyerek 2-3 saatte kendimizi Ölüdeniz’de bulduk. Köylüler size yarım saattte
yürüyebileceğinizi söyleyip üstüne bir de ne işiniz var keçi yollarında
diyebilirler, sallamayın. Bu manzarayı görmek herkesin hakkı, sadece keçilerin
değil. İkincisi köylüler sanırım o yoldan yürümedikleri için yola 30-45 dakika
verebiliyorlar. İnanmayın,, hem manzaraya bakmak bile en az 1 saat atıyor.
Biz de vardık öğlen Ölüdeniz’e. Oradan
Belcekız Plajına...Sevgilimin aklı gitti, eski bir yamaç paraşütçüsü olarak,
paraşüt antremanı yapanları görünce... O paraşütçülere, eski ahbaplara
taıkılırken güzel bir yemek üstüne, ben
güneşin tadını, Özgün de soğuk nisan denizinin tadını çıkardı plajda.
En son 6 da kalkan Faralya –Kabak dolmuşuna
bindik. Şöförümüz Ringo-Mehmet bizi yol boyunca güldürdü,, turistler bu espri
tufanından faydalanamadı. Turkuaz renginin buradaki denizlerden geldiğini de
belirtti, mavi, yeşil...
Faralya’da (Kelebekler Vadisinin üstündeki
köy) konakladık. Konakladığımız yerden çok memmun kalmadığım için isim
belirtmeyeceğim ama bu arada dağda çok da alternatif olmadığını söylemek gerek.
Ölüdeniz’de bir sonraki uzun yürüyüş programını düşünerek aldığımız yemeklerle
dolu sırt çantalarımızı odaya bırakıp, kendimizi papatyalar arasında gün
batımını izlemeye bıraktık.

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder