7 Mayıs 2012 Pazartesi

Hoppidi hoppidi Likya yolu (Kayaköy'den Ölüdeniz'e)



Çok ama çok heyecanlıydım. İlk defa Likya yolunda yürüyüşe çıkacaktım. Canım arkadaşlarım ve sevgilim çoğu yerini yürümüşlerdi halbuki... Benimse” yürü yürü ayaklara karasular” blogumdan başka çok uzun süren trekking maceram da yoktu. Ama sevgilimin bana ben biraz nazlanmama rağmen yıllar önce özene bezene aldırdığı şahane Trekking ayakkabım, yeni temin edilmiş pantolonum, kafa lambam, gece lambam, soğuktan sıcaktan terden koruyacak sevgilimin bana ilk hediyesi fularım, kamp için kullanılan çatal-bıcak-kaşık kombinasyonum ve portatif küçülen bardağımız hazırdı. Emreden aldığım tek baton ve Anıl’dan şapka tedariki ile uzun yola hazırdım ama yine de tecrübesizliğim ve keşfetme merakımdan dolayı heyecanlıydım. Ben de Volkan’ın çektiği muhteşem fotolara yaklaşır fotolar çekebilecek, o muhteşem manzaralara karşı keyfe dalabilecek miydim? Biliyorsunuzdur, Likya yolu Fethiye’den başlayıp Antalya’ya kadar uzanan zamanında Likyalıların pıtır pıtır yürüdüğü bir yolmuş. Tüm parkurlar toplanınca yaklaşık 590 km’ye varıyor. Antik kentlerden de geçiliyor, denizin kenarından da , köylerden de...Likya yolu Garanti Bankası sponsorluğunda Kate Clow (Kendisi Türk Vatandaşı olup Kardelen Karlı adını almış) tarafından adım adım tekrar keşfedilmiş ve işaretlenmiş. Kate Clow tüm yollarda taşların ağaçların üzerine kırmızı-beyaz işaretler koymuş. Sonra oradan geçenler de üstlerine yenilerini eklemiş ya da tazelemişler. Kırmızı beyaz’ın Türk bayrağından esinlenildiğini düşündük. Onun dışında yollarda bol bol “baba” var. Benim gibi izcilik ve trekking konusunda tecrübesizler “baba” ne diye sorabilir. Üst üste konulan taşlardan oluşan babalar, yolun oradan devam ettiğini ve daha önce orada insanların bulunduğunu belirtiyormuş. Babanıza güvendiğiniz gibi yola devam edebileseniz diye : ) Herkese bol bol babalı yollar diliyorum, iyi ki de sevgilim eski izcilerden diyorum.
Aslında sadece işaretler izlenerek de takip edilebilecek bir yol. Ama yine de bir harita ve Kate Clow’un (tabii bulabilirseniz) “Likya Yollarında Yürümek” adlı kitabı edinilebilir. Ben ayrıca arkeolojiye de merakım olduğu için Nevzat Çelik’in  “ Taşların izinde Likya” kitabını da kitaplığıma ekledim. Bu ilk gezimizde çok ilerleyemedik ama ileriki Likya Yolları gezilerimizde şehirlerin maceralarını da okudukça sizlere aktarmaya çalışacağım. Yine de siz kitapları edinin. Bu arada hala Kate Clow’un kitabını çok inceleyemedim. Genelde rotalar, kalınacak yerler, su kaynakları gibi yolda çok işe yarayabilecek bilgiler içeren bu kitap da yolda yanınızda olması gereken bir kitap. Likyalıların hayatları, nerelerde yaşadıkları beni çok ama çok heyecanlandırıyor.. maceralarım geliyor... 

Ben ilk Likya Yolları ile canım arkadaşım Volkan’ın  harika fotoğrafları sayesinde tanıştım http://www.flickr.com/photos/7975353@N03/sets/72157604259125658/. Yıllarca gezdi, gezdi beni de heveslendirdi. Üstelik sevgilim de çoğunu yürümüş, ben kıskanmayım da kim kıskansın...
Her neyse biz de 23 Nisan’ın Pazartesiye denk gelmesi ile neşe dolduk ve Likya Yolunda bir rota belirledik. Yol aslında Fethiye Ovacık’tan başlıyor. Ama  Ovacık’tan Faralyaya yol biraz uzun ve otobüs yolculuğundan sonra zorlayıcı olabileceği için Volkan’ın da tavsiyeleri ile daha faklı bir rota çizdik kendimize. İlk gün aslında Likya Yolu rotasında yer almamasına rağmen (nedeni Kate Clow’un kitabında yer almıyor) eski bir Likya kenti olan Kayaköy’den başlayıp Ölüdeniz’de son bulan yolda yürüdük. Çok dik olmayan çıkışlar ve inişler içeren nispeten kolay olan bu rota Ölüdeniz’e varmadan size muhteşem manzaralar sunabiliyor.
Önce Fethiye’de Dolmuş duraklarında Kayaköy’e vardık. Ören yerinin hemen karşısındaki mekanda kahvaltı ettik. Ben çok yorulacağız diye bir sürü bir sürü yedim. Kahvaltı sulu yumurtaları hariç gayet başarılı idi. Ören yerine giriş 5 lira. Müze kartınız varsa bedava. Hemen altında yemek yiyebileceğiniz köylüler tarafından işletilen bir sürü mekan var. Bunlardan birinde teyze tavuklarını beslerken, minik ama hiperaktif köpeği Heidi üstüme zıplayıp durdu. Heidi bu arada erkek. Nereden aldığını bilmediğim enerji ile sahibi ve tavuklar arasında mekik dokuyup durdu. Kahvaltı yaptığımız mekandaki köpecikler ise sabah marmurluğu mudur nedir, ne bize fazla yaklaştılar.. ne de hoplayıp zıpladılar..















Biz de müze kartlarımızla girdiğimiz Karaköy’de tepelere tırmanmaya başladık. Nevzat Çelik’in de kitabında belirttiği gibi şu an hayalet köy görüntüsüne sahip olan bu köyde Likyalılardan kalma eserleri değil, Rumlardan kalma hayalet evleri görüyorsunuz. Asıl adı Levissi olan bu köy 1912’den sonra mübadele sırasında tamamen boşaltılmış ve geriye uçan çatıların altındaki kaya duvarları kalmış. Bu köyde toprak tamamen verimli kullanılsın diye sadece yamaçlara ev yapılırmış. Düzlükler tarım için kullanılırmış. Ayrıca taraça şeklinde sıralanmış hiç bir ev diğer evin güneşini kesmiyor ki tüm evler güneşin bereketinden yeterince faydalanabilsin diye. Şu an gerçekten hayalet köy görüntüsü olan Kayaköy’de görülecek yerlerden biri de geniş avlusu ve muhteşem Kayaköy manzarası ile Kilise. Kilise’nin duvarlarından da tarihin çeşitli sayfaları ılık ılık akmakta. Karaköy’ün gizemli dünyasına tepelere tırmanıp veda ettikten sonra başladık Ölüdeniz’e doğru yol almaya. Bu arada işaretler burada Kate Clow’un Likya yolları kırmızı-beyaz işaretlerinden farklı olarak sarı kırmızı. Cimbom hayranlarının gururunu okşayan yol yer yer keçilerle paylaşılıyor, yer yer muhteşem manzarası ile insanın hele hele Ankara gibi kurak memleketten gelen otobüs yolcularının uykularını açıyor. Yavaş yavaş yürüyerek 2-3 saatte kendimizi Ölüdeniz’de bulduk. Köylüler size yarım saattte yürüyebileceğinizi söyleyip üstüne bir de ne işiniz var keçi yollarında diyebilirler, sallamayın. Bu manzarayı görmek herkesin hakkı, sadece keçilerin değil. İkincisi köylüler sanırım o yoldan yürümedikleri için yola 30-45 dakika verebiliyorlar. İnanmayın,, hem manzaraya bakmak bile en az 1 saat atıyor.








Biz de vardık öğlen Ölüdeniz’e. Oradan Belcekız Plajına...Sevgilimin aklı gitti, eski bir yamaç paraşütçüsü olarak, paraşüt antremanı yapanları görünce... O paraşütçülere, eski ahbaplara taıkılırken güzel bir yemek üstüne, ben  güneşin tadını, Özgün de soğuk nisan denizinin tadını çıkardı  plajda.
En son 6 da kalkan Faralya –Kabak dolmuşuna bindik. Şöförümüz Ringo-Mehmet bizi yol boyunca güldürdü,, turistler bu espri tufanından faydalanamadı. Turkuaz renginin buradaki denizlerden geldiğini de belirtti, mavi, yeşil...
Faralya’da (Kelebekler Vadisinin üstündeki köy) konakladık. Konakladığımız yerden çok memmun kalmadığım için isim belirtmeyeceğim ama bu arada dağda çok da alternatif olmadığını söylemek gerek. Ölüdeniz’de bir sonraki uzun yürüyüş programını düşünerek aldığımız yemeklerle dolu sırt çantalarımızı odaya bırakıp, kendimizi papatyalar arasında gün batımını izlemeye bıraktık. 









Hiç yorum yok:

Yorum Gönder