Artık kafa dinleme zamanı gelmişti... Sahilde
gölge bir köşe bulunacak ve aylardır bir türlü bitirilemeyen kitaplar sakince
okunacak, bitirilecekti. Bu amaçla Marmaris tarafları seçildi. Önce sakin bir
köy olan Selimiye’ye gidilecek daha sonra da Bozburun’da 2 gün konaklanacaktı.
Datça’ya da gidilir mi acaba? Yok yok sıcakta trafikte oralara kadar
gitmeyelim. (dayanamadık ki yine gittik,, ilerleyen satırlarda).
Selimiye’yi çok sevdik. Henüz muhtarlık
olmasından dolayı köy sokaklarının maalesef sırıtan pisliğini görmemeye
başlayınca daha da çok sevmeye başladık. Temmuz ayının en sıcak günlerinde
güneş tam karşımızdan doğup zaman zaman odamızda bizi bunaltsa da sevdik.
Selimiye’de genelde pansiyonlar ve onların
restoranları hemen denizin dibinde. Yeşilden maviye dönen, balıkların cirit
attığı tertemiz sulara hemen pansiyonların önünden teknelerin arasından
girebiliyorsunuz. Genelde kıyıdan sığ yerlerden denize girilebiliniyor. Biz de
Selimiye’nin sağını solunu araştırırken Sığ Liman Mahallesine bir
takıldık, pir takıldık. Selimiye’nin en sonunda bulunan (Sıcakta yürümek zor
olabilir, vasıta gerekir) Sığ Liman Mahallesinin işletmelerinin plajlarının
suyu adı üstünde sığdan başlayıp yavaş yavaş derine gitmekteydi. Temmuz ayında
çok soğuk olmadığı gibi harareti alabilecek derecede kıvamlı suyuyla hem sizi
hem çocukları çekmekte idi.. Biz de sevgilimle bu bol bebek ve çocuk barındıran
koya biraz espriyle karışık “Le Bebe Koyu”
adını taktık. Çocuklar suya atladıkça, bebeler anne ve babalarıyla
denize girdikçe bizim de ağzımızdan “Le Bebe” koyu düşmedi.
Selimiye’nin en sevdiğim özelliklerinden biri
de gün boyu asla cıstak cıstak müziğe maruz kalmamanız, yani okuduğunuz kitabın
her kelimesini tam anlamıyla anlayabilmemiz oldu tabii eğer hafif kıpırdanan
deniz sesinden etkilenmiyorsanız. Bazen ninni gibi gelen hafif deniz kıpırtısı
da etraftaki suda oynamaktan yorgun
düşmüş bebelere eşlik etmenize neden olabilir. Biz buna sahilde şekerleme
diyoruz. En güzel şeker...
Biz internetten bulduğumuz pansiyonumuzu çok
beğenmedik ama Mavi Deniz butik otel http://www.mavidenizselimiye.com
hem işletmesiyle hem de duyduğumuz kadarıyla güzel odalarıyla bir çok
işletmeden sıyrılıyordu, tabii fiyatları da... Hemen onun yanındaki Selimiye
Motel’in ise samimi personeli bize göz kırptı, odalarını göremesek de. Sığ
Liman Mahallesi diğer turistik yerlere göre yemek için kebapçı, fast foodçu
bulundurmayan bir yer. Genelde pansiyonların sağlıklı öğle yemeklerinden
yiyebiliyorsunuz. Yoğurt, taze fasulye, musakka gibi...bu durum bizi çok mutlu
etti.
Geç saatlere kadar güneş
kremlerini, şezlongları, deniz havlularını misafir eden sıra sıra iskeleler,
akşamları mum ışığında mezeyi, balığı, karpuzunu sunan muhabbet masalarını misafir
eder Selimiye’de. Bu köşe kapışmaca gün boyu sürer,, deniz öyle güzeldir ki buz
gibi olmadan kimse terk etmek istemez...keza gece muhabbet de öyle.....
Selimiye'de meşhur Sardunya restaurant var. Fiyatı memur hava
dalgalarına göre biraz fazla olsa da, Selimiyedeki bir çok yerle fiyatları
başabaş giderken lezzeti daha bir farklı sanki. Bir gurme arkadaşın tavsiyesi ile
gittiğimiz Sardunya’dan da oldukça memmun kaldık. Kalamarı çok başarılı olmasa da ahtapot ızgara lokum gibi.
Tekne turları da güzel Selimiye’de.. Sizi
tertemiz koylarda balıklarla yüzdürüyor kaptanlar bir yandan çipura ızgara
yaparken güzelim sulara durmadan hoplayıp zıplayan konuklarını doyurmak için.
Şİmdi gelelim Datça macerasına... Tatilimizin
ikinci gününde, hem de ikinci gününde.. daha yılın yorgunluğunu bir nebze
atamamışken,, civarlarda neler var diye keşfetme duygusu ağır basan biz,
kendimizi yollarda bulduk. Marmaristen çıktıktan sonra Selimiye, Bozburun,
Datça tarafına gitmek için bir sapağa giriyorsunuz. Burada yollar genelde
virajlı, bazı virajlar da oldukça sert. Datça sapağına gelince yol ikiye ayrılıyor.
Bir taraf Datça’ya bir taraf da sırasıyla Orhaniye, Selimiye, Bozburun’a
gidiyor. Biz de civarda neler var diye arabayla gezinirken önce gözümüze Turgut şelalesi takıldı. Selimiye ve
Orhaniye arasında olan bu şelalede suya girilebiliyor. Birbirine bağlantılı bir
kaç şelaleden oluşan bu yeşillik mekanın Temmuz ayında bile bir çok paraşütçü
kelebek misafiri vardı. Bir sonraki durakta gözümüze Orhaniye takıldı. Küçük
bir mahalle olan Orhaniye’de fazla plaj yok. Kızkumu adında denizin ortasındaki
kumluk alanda insanlar 200-300 metre yürüyorlar. Efsaneye göre korsanlara
yakalanmamak için eteklerine kum doldurararak denizde yürüyen prenses, yüzme
bilmediği için kumu bitince boğulmuş. İşte oraya kadar insanlar yürüyorlar. Bu
mekanın etrafında bir plaj var, daha ileriye gidince de bir, iki plaj olsa da
biz Orhaniye takılmadık. Bu arada o civarlarda benzin istasyonu bulmak çok zor
ama Orhaniyedeki marinadan benzin alabiliyorsunuz.
Derken kendimizi birden Datça yolunda bulduk.
Uzun süren virajları da aştıktan sonra, Datça girişindeki yeldeğirmenlerinde
aşçı Zeynep Hanım’ın çerkez yemeği olduğunu söylediği ayböreğini de hüpleyip
dinlendikten sonra, kendimizi eski Datça’ya attık.
Amacımız Can Yücel’in evini ziyaret etmekti.
Ama denizden uzak bu eski mahallenin Alaçatı’ya benzer taş evlerini, daracık
sokaklarını, begonvillerini görünce mest olduk. Eskiden Rumların yaşadığını
tahmin ettiğim bu eski mahalle beni yanıltmadı. Ama Rumların yanı sıra
Türklerin ve Yahudilerin de az da olsa ikamet ettiklerini öğrendik. Bu arada
Can Yücel’in evi halka açık değildi ve orayı görememenin üzüntüsü, eski
Datçanın begonvillerle süslü havasını almanın verdiği huzur ile kendimizi
Datça’nın başka bir koyu Palamutbükü’ne attık. Palamutbükü’nün upuzun koyunda
en sonunda günün terini attıktan sonra geri bademli yollarda başladık virajları
dönmeye. Her ne kadar gidilesi yerler olsa da Datça’nın koyları, bir daha
feribotla gitmeye and içtik yorgun yorgun.
Yine dönerken Datça kavşağında bulunan gurme
arkadaşımız Emrenin tavisyesi üzerine Mavi Pide http://mavipide.com/ de oraya özel patlıcanlı pidemizi yedik serin
suyun yanında. Hesap da yediğimiz balıkların şişkin hesaplarından sonra bizi
çok memmun etti.
Son 2 günümüzü ise Bozburun da geçirmek için
planlamıştık. Bozburun Selimiye’ye nazaran daha büyük daha gelişmiş. Üstelik
belediye, o yüzden daha geniş ve sahil kıyısında daha büyük yolları var.
Genelde pansiyonların önündeki kayalıklardan denize girildiği için burayı
maalesef “Le Bebe” koyu ile karşılaştırılamıyoruz.
Plajının güzel olduğunu duyduğumuz ama bir
türlü gidemediğimiz Bozburun’da maalesef tekne turuna çıkmak kolay değil.
Kaptanlar kendi aralarında her hangi bir koordinasyon oluşturmadıkları için,
siz bir kaptan bulup ayarlamak zorundasınız. Bu da size muhteşem koylarda
özgürlük tanısa da maalesef bütçenizi biraz zorlayabiliyor kalabalık bir grup
değilseniz. İşte bu yüzden biz de son gün bir kaptanın bizi son anda ekmesi ile
yaklaşık arabayla 10 dakikalık mesafeyi aşıp Selimiye’de keyifli bir yat turuna
katıldık.
Son gecemizde yemeği Söğüt’de yiyelim dedik.
Bozburun’a 10 dakikalık mesafede olan Söğütü hava kararmaya yüz tutmuş olduğu
için çok keşfedemeden geldik. Sadece
son gün gün batımı izlemek için çok ideal olan, hafif salaş (salaş diye fiyatlar
az zannetmeyin) Manzara restaurant’ta günü sonlandırdık. Söğütün adacıklardan
oluşan manzarası gün batımını kaçırsak da, güzeldi. Arkadan Orhan Babanın
şarkıları, ustamızın zeytinyağı ile özel pişirdiği Ahtapot (gerçekten çok
güzeldi) gün batımını kaçırmanın üzüntüsünü üstümüzden alıverdi. Bu arada
duyduk ki Söğüt’ün sahili çok güzel olmasa da tekne turları ile muhteşem
yerlere gidilebiliyormuş.. Tabii bunun için yeterli paranız varsa..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder