Paşabağı, Zelve, Avanos, Göreme derken artık
bacacıklarımız yorulmuştu. Kendimizi biraz tuzlu olan kalacağımız mağara otele
atıverdik. Biraz pahalı olsa da bu tarz oteller, Kapadokya havasını tam olarak
içinize derin derin çekmek istiyorsanız bence tercih edilmeli.
Kuzenler bize oldukça güzel yerde yemek ısmarladıktan
sonra (yanılmıyorsam Ürgüp’te Çırağan
Restaurant-burada akşamları canlı müzik de oluyor.) bizi Türk gecesine
götürdüler. Neymiş bu Türk gecesi derken, bu kadar eğleneceğim aklıma gelmezdi.
Harmandalı adlı mekanda yapılan Türk gecesi tıklım tıklımdı. Mekan yine
oyularak elde edilmiş bir mağara ama içi oldukça büyük. (Kapıdaki tur
araçlarını görseniz içerideki insan sayısını hesaplamakta oldukça
zorlanırsınız. ) Harmandalı’nda yemek, içmek , show, dans her şey var. Gruplar Türkiye’nin yöresel danslarını
sunuyorlar tabii ki göbek havası da dahil bu duruma. Bir Kafkas havası, bir
Romen havası (en sevdiğim), bir Karadeniz derken ara ara sahneye çıkıyorlar.
Onlar soluklanırken de turistler kıskanmış olacaklar ki dansçıları ya da Türk
rakısını çok kaçırmış, atıyorlar kendilerini piste. Çalan dj’de uyanık, önce
gam gam style ile veriyor gazı turistlere sanki bir Türk düğününde milleti
sahneye çekmek için Angara Havasını çalar gibi, sonra da sıra sıra çalıyor
değişik şarkıları. Önce gangam sytle’ı en iyi ben yapıyorum bak gibisinden
oynayan turistlerin sonradan Serdar Ortaç’ın Binlerce Dansöz var adlı Türk
müzik dünyasına özellikle de sözleri ile altın harflerle yazılmış şarkısında
salsa yapıp, kıvrak latin figürleri sergilemesi ortaya nadide bir görüntü
koyuyor. Normalde kapı gıcırtısına
dayanamayıp oynamamla meşhur ben, bu sahneyi kaçırmamayı arzuladığımdan yerime
mıhlandım , doya doya seyrettim kıvrak turistleri. Bu aralar Kapadokya’nın
Latin Amerika ülkelerinden ve
İspanya’dan çok fazla turist almasının da bu görsel şölene etkisi oldu tabii
ki. Türk gecesi çok eğlenceliydi, bizim dans eden gruplar ve bir çok gösteriyi
tek başına sırtlanan bayan dansçı da çok başarılıydı. Dansöz figürleri çok
estetikti. Kısacası sıcacık mağaradan çıkıp Kapadokya’nın keskin gece soğuğuyla
karşılaşana kadar Türk gecesi çok güzeldi.
Güzelim mağara odamızdaki bir gün önceki
hoplama zıplamanın verdiği yorgunluğun iyice derinleştirdiği uykudan ayrılmak
ve gecenin 4 buçuğunda buz gibi soğukla buluşmak çok zordu ama ucunda balon
vardı balooooon, kaç kere geleceğiz dünyaya....
Zar-zor kalktık, sıkı sıkı giyindik ve şirket
arabasının bizi almasını bekledik.
Arabanın İçerisinde bir sürü uykulu göz bizi süzerken bindik arabaya.
Önce bir restaurana gittik, çay simit ikram edildi bize...Sonra da tekrar
minibüslerle onlarca belki de yüzlerce balonun havalandığı mekana gittik.
Balonlar helyum gazı ile şişirilirken bizim balondan önce kalkan balonlara
baktık. Sonra bize de binin dendi. Önce sepetin diğer tarafına yaklaşık 15
kişilik Fransız turist grubu bindi,
sepetin diğer tarafına da biz Türkler (biz şansız ben, D ve T ve yaklaşık 12
kişi olan çenebaz Türk grubu) ve Koreli olduğunu sandığım bir kızcağız bindi.
Elimize acil durumda nasıl davranmamızı
İngilizce, Japonca, Almanca ve Fransızca (nasıl olsa Türkçe hemen
anlatılırmış o yüzden gerek yokmuş) anlatan broşür dağıtılırken balon yavaş
yavaş havalanmaya başlamıştı. İlk önce mekanizmayı anlayana kadar biz neden bu
kadar aşağılara iniyoruz düşüyor muyuz diyen ben sonra balonun uçma
mekanizmasını kavrayınca kendimi balonun muhteşem ambiansına ve Kapadokyanın
muhteşem manzarasına bıraktım. (Aslında uçaktan oldukça gerilen ben balonda hiç
gerilmedim diyebilirim çünkü yumuşacık kalkıp yumuşacık iniyor bu balonlar)
Taa..ki, kulaklarımı birşeyler tırmalayana kadar....
Ama boşverin şimdi bunu da Aşk Vadisi üzerinde (neden aşk vadisi
demişler yahu buraya, herhalde insanlar seviyor aşk meşk olaylarını diye
düşünmüştük o gün, bizi arkadaşımız F aydınlattı, peri bacalarının
şekillerinden öyle deniyormuş. Sizde inceleyin bakalım, çok eğleneceksiniz...
vadinin her köşesi aşk yani ) muhteşem geçen 1 saatin fotoğraflarına bakın. Fotoğraflarda
gördüğünüz peribacalarının aralarından yumuşacık süzüldük, 1800 metreye kadar
çıktık (en fazla 2500 metreye çıkıyormuş balonlar), diğer balonların havada
asılı kalan damlalar, biblo gibi küçücük durmasını seyrettik.
Her sey çok güzeldi taa ki
arkamızdaki grubun saçma saçma esprileri artık sinirimizi bozmaya
başlayana kadar. Bazı insanların neden espri yapmak ile saçmalamak arasındaki
ince çizgiyi bilemediğini işte o an çok
sorguladım. Çiftlerin durup dururken aşkı ilan etmelerini mi, kurufasulyenin
insan bağırsaklarında işlenmesi sonucu oluşan çıktı ile yakıt ikmaline yardım
tekliflerini mi yoksa kaptan daha yükseğe daha yükseğe diğer balonları geçelim
bağırışlarını mı size anlatayım. Kendisine kaptan mı deniyor bilmem ama balonu
uçuran arkadaş da çok sıkıldı bu durumdan ama ne yapalım işte bizim tipik Türk
insanının değişik halleri ile balonda karşılaşmak nasipmiş.. yine de bu kötü
espriler ve durmak bilmeyen kahkahalar
harika manzarayı doya doya içimize çekmeme engel olmadı. Öyle böyle derken
balonlar pıtır pıtır inmeye başladı. Bizim de bu güzelliğe üzüle büzüle elveda
deme vaktimiz gelmişti. Balondan indikten sonra alkolsuz(???? Hiç anlamadım,
garip bişeydi, niğde gazozu gibiydi, alkolsüz olduğu için mi ne?) şampanya patlatıldı,
balonla uçtuk diye sertifika verildi.
Kuzen anlattı, 1950’lerde ilk balonu burada
Fransızlar uçurmuş. Balonun ne olduğunu anlamayan buranın yerlileri balonu
uçuranları uzaylılar sanıp saldırmaya kalkışmışlar. Fransızlar da uzaylı
olmadıklarını kanıtlamak için ellerindeki şampanyayı patlatıp içmeye
başlamışlar. Sonra da balon indikten sonra şampanya patlatmak adet olmuş.
Umarım yanlış anlamamışımdır çünkü bu hikayede bana mantıksız gelen bir kaç şey
var. Neyse en azından hoş bir adet kalmış, alkollü olsa daha mı hoş olur ne?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder