İşte geldik en gezimizin en maceralı
kısmına... Sanırım her başlığa “Şaşkın Türkler” koymamın nedeni de bu küçücük
kasaba. Kasaba dediğime bakmayın Montelpuciano İtalya’da şarapları ile ünlü,
yine üzüm bağları ile çevreli bir ortaçağ kenti ama anlayana. Netekim biz
macera yaşamaktan pek bir şey anlayamadık. Ama hayallerimizde Toscana’nın bu
çiğerlerini hissetmek ,şaraplarının tadına varmak, mahzenlerini dolaşmak yok
muydu? Bu şehire çok yakın olan ve Unesco tarih listesinde yer alan Pirenze’ye
de uğramak yok muydu? Vardı, hangisi gerçekleşti? Hiçbiri. Yine de çok eğlendim
bu küçük memlekette, aç kalmış olsam da...
Zaten biliyorsunuz açlık bizi buralara
getirdi. Siena’da siestaya yakalanınca, karın gurultularımızı cipslerle
çikolatalarla bastırdık, Montelpuciano ‘da yiyeceğimiz yemeklerin hayallerini
kurarak. Yine her bir köşesi ayrı bir manzara resimli esere konu olabilecek
Toscana’nın inişli çıkışlı yollarında devam ettik. Evet bu arada işte ne zaman
Toscana diye araştırsam, gerek google arama motorunda gerek Flickerda boy boy
fotoğraflarını gördüğüm Toscana’nın en meşhur selvi topluluğunu gördüm. Hadi
cnm hani her yer selviydi, nasıl anladın bunlar olduğunu diye bana uzmanlık
sorusu sormayın. Sorarsanız, hiç bu kadar bir arada bulunan selvi bulunmadığı
şeklinde cevaplayabilirim sizi. Genelde sıra sıra diziliyor bu selviler. Neyse
onu bırakında yolun ötesinde kalan bu topluluğu çekmek için zamanla mücadele
etmem gerekti. Çünkü T saatte 90 km hızla araba sürüyordu biraz sonra yolun
korkuluklarının arkasına saklanacaktı selviler. İşte o an, arabanın camı
açılır, makinanın çantası arka koltuktan kucağa, hemen çıkartalım makineyi,
netliği sağla, odakla ve hedef...birazcık oynama ile çok da fena olmamış değil
mi, ben beğendim.Benim adım sıppıdak, bu selviler için elimden gelen budur.
Tamam meşhur selvileri de geçtik ama yol bitmek bilmiyor, bizim kasabaya kadar dayanacak halimiz kalmadı. Artık mideler isyanda. Ulen İtalya’da bile aç kalmayı başardık diye bize sitem ediyoruz kendimize. Dayanamayıp yol buyunca ristorante yazan mekanlardan birine giriyoruz. Burası aslında otel de. Bizi hemen bir köpecik karşılıyor. Ayaklarımızın dibinden ayrılmıyor zibidi. Otelin bahçesi muhteşem bir Toscana manzarası ile karşı karşıya. İtalyan olmadığı belli olan bir iki turist de havuza arkalarını dönmüşler, şezlonglar da manzarayı seyre dalmışlar, bizi hiç sallamıyorlar.
Biz de yemek yiyebileceğimiz bir insan
arıyoruz ama hiç yok. İçeri giriyoruz, bakıyoruz. Yok. Yine mi siesta? Kardeşim
insan kapıya yazar bi bir siesta yapıyorum, 2 saate dönecem ne bileyim tarlaya
gittim ya da kilisedeyim gibi bizim cumaya gittime benzer. Anca bir kuyruğunu
ışık hızıyla sallayan minik köpek koy, olmaz ki? Bu nasıl bir işletmecilik?
Hadi bizi bıraktın, o 3 kuru turist açlıktan kırılacak mı? Nerede 5 çayı? Her
neyse manzara süperdi ama karın doyurmuyor. Yürü yürü hızla yemek
bulabileceğimiz yere gidelim derken bir baktım köpek bizim arabada. Ooolum biz
senin aile değiliz, ne olur in arabadan diye indirene kadar canımız çıktı. Ne
kadar sevimli tipleriz ya köpek bilem dayanamadı? Yoksa köpecik bir isyanda
mıydı, bir kaçış ,kendini arayış mı istiyordu? Neyse zar zor kaçtık artık
kalacağımız hostele gitmeye karar verdik. Orada yerdik ne yiyeceksek... bu
arada Toscana’nın etleri, şarapları ile meşhur olduğunu bilen benim ağzıma bir
tekerleme takıldı o an uydurulan...
Toscana toscana dedin,
başım etini yedin,
al sana toscana,
aç kaldık
baksana..
tabii mantıklı düşünülürse bu maninin T
tarafından söylenmesi gerek Toscana’ya da gidelim diye Tnin başının etini
yediğim düşünülürse...
Ha bu arada Pirenze’ye de geldik ama açken ne
mümkün hele hele beden kitle endeksi insanları şok edecek derecede standart
sapmaya uğrayan T’nin açken T olmayıp, tüylü bamya olma potansiyelinin yüksek
olduğu düşünülürse. Bir yarım saat daha gidip yine bir ortaçağ kalesinin içine
yerleşmiş Montelpuciano’ da odamıza yerleşip kendimizi yemeğe adamaya karar
verdik. Zaten hava da kararmaya başlamıştı.
Vardık kasabaya oleyyyy.. ama hosteli bulamıyoruz. Dön babam dön.
Navigasyon Zeliha’da yardımcı olamıyor. Ne yapıcaz ne yapıcaz derken yol
üstünde lak lak yapan bir grup İtalyan teyzeye elimizdeki booking.com çıktısını
göstermeye karar verdim, verdim de pişman oldum. Zerre İngilizce konuşmayan
teyzeler arabanın camında adresi
gösterdiğim andan itibaren hep bir ağızdan dakikalarca konuşup hep bir ağızdan
bana capito dediler. Bu İtalyanların
eli kolu çok oynuyor ama vücut dilleri anlaşılmıyor ya. Bir Türke göre o kadar çok cümle kurmuşlardı
ki bana beklenti ile bakan gözlerini kıramadım. Capito dedim. Camı kapatıp T’ye “yürrrüü” dedim. T bana baktı
“capito, anladın mı?” ben “sence, tabii ki hayır. Hadi teyzeler
görmeden kaybolalım”. Tamam dedik o zaman hemen yakındaki markete soralım.
Ben teyzelerden dolayı demoralize olduğum için,
T’yi gönderdim markete. T girdi çıktı ki...aynadan gördüğüm de ne, biraz
önceki teyzelerden biri koşa koşa elini kolunu sallaya sallaya arabaya doğru
geliyor bir yandan da anlamadığım bir sürü şey çemkiriyor. Ben daha ne olduğunu
anlamadan yan camdan yanımda bitip bana bir sürü bıd bıd bıd konuştu da, anlamıyorum ki ben. Bir kez daha eller kollar oynadı
yine “capito” sorusu ve “si” cevabı. T’nin yola düşmesi ile yola koyulduk. Tam
yolumuzun üzerinde olunca teyzeyi de arabaya davet ettik ama bu yerden bitme
miki tarzında teyze beni hiç mi hiç sevmedi.
Teyzenin İtalyanca söylediklerinden ben kendimce anladıklarımı size
aktarıyorum.
Teyze: O
kadar anlattım bir anlayamadın. Eşin de hoşmuş, uzun boylu yakuşuklu, maşallah
maşallah.. (bunu teyzenin kendi kısa boyuna bakıp gözlerini süzmesi ve yanağındaki küçük
gülümsemeden anladım).
Ben: Si
(Boynum bükük, hem ben de güzelim, azıcık objektif ol be teyze!!!!)
Teyze: Çok
şanlışın maşallah, azcık da akıllı olaydın (bunu teyzenin sesinin çemkirme moduna tekrar girmesinden anlıyorum)
Ben: Eyvallah,
si.
Teyze: çok
hoş çocuk valla, şükret (Teyze hiç susmuyor,ay dayanamayacağım)
Süzülen ve T’me 2 dakkada göz koyan tipik
İtalyan teyzemiz bir anda heyecanlanarak durmamız gerektiğini bildirdi. Sonra
da yine süzüle süzüle indi, bir de gözümün içine baka baka T’ye el salladı.
Daha ben şoku atlatamadan bir bağ evi olan pansiyona vardık mı? Çok şükür, midemin sırtıma yapışmasına mı
üzüleyim yoksa İtalyan teyzenin yaşına başına bakmadan sevgilimle yaşadığı kısa
flörte mi?
Aman neyse girelim şu odaya artık. Zaten hava
da soğudu. Sabahtan beri cıbıl cıbıl olmasına rağmen sıcaktan pişen
bacacıklarım donmaya başladı. Toscana’nın akşamları da soğuk mu oluyor ne? Kaldığımız
yer kasabanın gölgesinde kalan üzüm bağları ve zeytinlikler içinde bir ev. Ev
sahipleri bir kaç odayı içinde mutfak da olacak şekilde dizayn etmiş, booking.com’dan
kiralıyor. Sanırım insanlar buralarda daha uzun kalmayı tercih ediyorlar ama
biz sadece 1 gece kalacaktık. Ekim ayına kadar açık bir küçük havuzu da olan hostelin adı Podere
Fontecastello. Aman ev sahipleri nerede ya nerede? Ahha işte yazmışlar girişe
“tarladayız,çalışıyoruz” diye. Zar zor çağırdık ev sahiplerini. Bol üzüm lekeli
kostümlerle iştirak etti tipik İtalyan ev sahibesi. Odamıza yerleşip yemek için
bir yer önerin deyince de saat 6 buçuk İtalyanlar için çok erken, ancak 9 gibi
restauranlar açılır demez mi?? İşte bu bize Toscana’nın bir lütfu olmalı. Aldı
eline haritayı az buçuk İngilizce ile bir şeyler atıştırmak için şuraya buraya
gidin dedi. “Aman” dedik “üf, esnaf bu danışıklı dövüş yaparlar,
gidelim kendimiz bakalım”. Bu arada hava inanılmaz soğumaya başladı. Kaleye
doğru çıktık ki muhteşem manzara bizi bekliyor ama hava karardı kararacak.
Yavaş yavaş gezelim. Baktık yine şehirde açık restaurantlar var girelim
bunlardan birine sonra da şişelere sofra şarabı doldurturuz. Hayal buydu, tabii
ben oturacak bir yer bulabilseydim. Sanki karnım çok tokmuş gibi bir türlü
dükkan beğenmez oldum. Birine oturduk, şaraplarının isimleri hoşuma gitmedi
diye kalktık(ay sanki çok anlıyorum), birine oturduk makarna yok sadece et
yapıyorlar çok lüks pahalı, kalktık, birine oturduk mutfak kapandi dediler
(hani anca 9 da başlıyorlardı işe), birine girdik bizim mahalle kahveleri gibi
yine kalktık. Olamaz üstelik cipis de kalmadı ya...ne yiyeceğiz. Dükkanlar
birer birer kapanıyor, tükürdüğümüzü yalayıp popumuzu dokundurup kalktığımız
restaurantlara da gitmekistemiyorum. T artık tüylü bambayı ya bıraktı garip
kahkahalar atarak başka bir boyuta geçti mi? Önümde bir dükkan gördüm tamam
dedim T’ye altı üstü bir makarna yiyeceğiz. Buraya ,Cafe Politizia’ya,
giriyoruz va asla o küçük totomu şımarıklık yapıp kaldırmıyorum... dırın dırıın
işte başladı komedi...
İçeri girmemizle bizi kaytan bıyıklı, papyonlu
ve her an eski İtalyan reklamlarında ellerini ahenkle bitiştirerek “mama mia” demeye hazır bir garson
karşıladı. O kadar kibardı ki ne diyeceğimizi bilemedik. Kırıla kırıla dışarı
mı içeri mi oturacağımızı sorduktan sonra (biz de illa Toscananın tadını çıkaracağız
diye dışarı oturduk ama hava amma da soğuktu) dışarıya oturduk. Kibar garson
bize hemen birer şarap verdi ve buğulu gözlerine eşlik eden bir o kadar da
buğulu sesi ile ne yemek istediğimizi sordu. Türk olduğumuzu öğrenince her sene
gelen Türk konuklarından, Türk yemeklerinden ve baklavadan dem vurdu. Biz de suyunu sıktık, her yemeğin ne olduğunu
tek tek sorduk. T her zamanki gibi domates soslu makarnadan şaşmazken,ben de
ravioli ile karıştırdığım ricotto istedim. İstemez olaydım. Ricotto nasıl diye
sordum, kiboş öyle bir anlattı ki eridim hadi isteyim bari dedim. Yanına da
koca salata menüsünü deştikten sonra karışık salata istedik, yanına da Montelpuciano
şarabı. Hadi bakalım heyecanla bekliyoruz. Heyecanlı bekleyiş sona
eriyor...domatesli makarna hadi geldi. ( onun da makarnası bir değişikti, ev
yapımı olduğu için galiba kalın kalın) neyse de benim ricotto da ne öyle koca
tabağın ortasında 2 yemek kasığı boyutunda üstü bol şaraplı yanında 2 meyve
kondurulmuş pirinç pilavı gibi bişey değil mi... oohhhh yoo.. ya o salata
ortada 1 avuç icebergin etrafında uydu gibi 2 salatalık 2 domates 2 turp mu..
ben nasıl doyacam bunla ya üstelik bütün gün aç kaldıktan sonra bu ricottoyla
karın mı doyar? Ya o salata.. bir de sevmedim mi yemeği ama kiboş gelip gelip
buğulu sesiyle bu mükemmel yemeğimizi nasıl buldun diyor? Nasıl kırarım kiboşu?
İyi diyorum ama geçmiyor boğazımdan. Neyse ki zayıfım da çok yememe ihtimalim
sayesinde daha fazla açıklama yapmak zorunda kalmıyorum. Mamma mia diye diye aç
kaldım o gece. Üstelik aç karnına şarap da zevk vermedi. Tatlı ister misiniz dedi yok dedik artık
hesap çok gelir korkusuyla. Mekan lüks gözüküp, kiboş garsonumuz üst sınıf elit
olunca da hesap çok gelecek diye tırsmadık değil. Zaten o da baklavadan sonra bizim tatlıLarı
yememeniz çok normal diye övdü. Bir anda bir çok müşteri kalkmaya başladı bir
baktık bizim kiboş kasanın başına geçmiş veresiye yazan bakkal gibi tek tek
fatura yazıyor, hesap yapıyor. Kiboşun bir anda elitliği yerle bir olurken, biz
de sıraya geçelim bari dedik ve şaşırtıcı şekilde çok gelmeyen hesabı ödeyerek
aç aç çıktık. Neyse ki hesap çok değil di, yoksa açlık beni daha da mutsuz
edebilirdi.
Dışarı bir çıktık. Her yer buzz, yoksa açlıktan mı
öyle hissediyorum. Aman çok yorgunuz hemen gidelim yatalım dedik ve soğuk mu
soğuk Toscana gecemizi döndükçe çıkardığı sallantılarla ninni söyleyen yatağın içinde üstümüze kalın mı
kalın bir yorgan çekerek geçirdik.
Sabah ışıklarına horoz sesleri eşlik ediyordu.
Bir anda zıpkın gibi uyandım uyandım da canım dışarı çıkmak istedi. T ise her
sabah olduğu gibi horul horul uyuyor, yatak ile yaşadığı aşkın edebileşmesini
ister gibi yastığa yorgana sarılmış. “Hadi kalk bağlarda gezelim” diyorum tık yok. Belli ki içinden “sen özgür bir
insansın, kocamansın da kendin gidebilirsin diyor” ben de paçalarımı sıvayıp
foto makinemi alıp dışarıya çıkıyorum. Dışarda daha önce gördüğüm ev
sahiplerinden farklı yaşlı bir amca ve teyze var. Yaşlı ama bir yandan da çok
dinçler. Teyze bitkilerle ilgileniyor amca da koca bir teneke kazandaki şarapla
ilgileniyor. Sabahın kalbe iyi gelen ve içinde mutluluk hormonu bulunan temiz
havasını çeke çeke amca ve teyzenin
görüş hizasından uzaklaşıp yavaş yavaş bağdan inmeye başlıyorum ayaklarımın çamura
bulaşmasına aldırmadan, nasılsa yıkarım. Ellerimi kollarımı sallaya sallaya
zevkle iniyor, dallarda tek tük kalmış üzümleri fotoğraflıyor, kasabanın ay
altındaki görüntüsünü izliyor, önümdeki uçsuz bucaksız manzaranın sisle ve
tatlı güneş ışınları ile cilveleşmesini izliyorum. Derken…bir anda bayağı aşağı
inmiş olduğumu fark ediyorum.. ve tanıdık bir ses, bu ses de ne bir hayvan mı??
Buldum bu sesi angry birds’ün sinir bozucu domuzcuklarından tanıyorum. Bir anda
bir önceki gece ben restaurant
beğenmezken bir şarküteri dükkanının önünde T ile yaptığımız kısacık konuşma
anı geliyor. Vitrindeki doldurulmuş yaban domuzunu gören ben”ne çok domuz
figürü var burada” derken T’de “bu yaban domuzu, buralarda çok var galiba ki
simge gibi kullanmışlar” diye cevaplıyor. Sahnenin gözümde canlaması ile
totomun çamura girip çıkan ayakkabılarımla tanışması bir olur. Gerçekten domuz
sesi midir, yaban domuzu mudur, saldırırlar mı bilmem? Nereye tırmanacağım… en
iyisi totoma vura vura tepeye çıkıp T’nin kollarına gitmek…100 metre koşusuna
antremanda gibi gerçekleştirdiğim koşu sonucu yukarı çıktım. Kalp atışlarımın
düzelmesi ile domuzcukları unutan ben şarap yapan amcanın dibinde bitip vücut
diliyle nasıl yapılıyor diye sordum. Amca da beni kazanın üstüne çıkan
merdivenden çıkartıp şarap kokusunu şimdiden vermiş üzümleri sopayla
karıştırdı, sonra soğuk ve karanlık mahzeni gösterdi. Bir sürü de teknik
anlattı, “si” anlayana, İtalyanca bilmiyorum…
Artık yavaştan T’yi yataktan kazımak ve Roma
için yolculuğa hazır etmem gerekiyordu ki, arabamızı çok geç bırakmayalım. T
hafiften küfrede küfrede kalktı hazırlandı, hostelde kahvaltı olmadığı için
açlıktan kıvranan midemizin sesine aldırmadan çıkış yaptık. Gerçi T akşam ben o
garip yemekle savaşırken, domatesli makarnasnıı löpür löpür götürmüştü, benim
kadar aç olamazdı, özellikle de fotosentez yapabilme kapasitesi göz önüne
alınırsa…
Ve hem aç hem de sabah yaptığım heyecanlı maroton
yüzünden kasabadan ayrıldık. Yine açtık ve yine Pirenze’ye uğramadan Roma’ya yol
aldık. Önümüze çıkan kocaman alışveriş merkezinden peynir ekmek ve kayısı suyu
alıp kamyoncuların durduğu bir yerde sinekler arasında kahvaltı yaptık. Ne garip
bir şekilde sinekleriyle yurduma benzer bir köşeydi….
Ama ama o kocaman alışveriş merkezinden biri 5
kilo da olmak üzere karton kutularda bir sürü şarap aldık ki hem çok ucuz hem
de çok lezzetli idi şaraplar. Üstelik turistik yerlerde çok pahalıya satılan
İtalyan kahve makinesi ve kahve de almadık mı ucuza… Başka kahve içmiyorum
artık…
Tek hayalim, Roma’ya varıp ora bura diye
günlerce araştırdığım yerleri hiçe sayarcasına en turistik yere oturup kendime
kocaman bir makarna söylemek…
Açken Roma bana Roma olamaz…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder