8 Mart 2013 Cuma

İtalya'da Şaşkın Türkler 11:Montelpuciano'da aç kalıp, totoma vura vura çılgın domuzcuklardan kaçmak


İşte geldik en gezimizin en maceralı kısmına... Sanırım her başlığa “Şaşkın Türkler” koymamın nedeni de bu küçücük kasaba. Kasaba dediğime bakmayın Montelpuciano İtalya’da şarapları ile ünlü, yine üzüm bağları ile çevreli bir ortaçağ kenti ama anlayana. Netekim biz macera yaşamaktan pek bir şey anlayamadık. Ama hayallerimizde Toscana’nın bu çiğerlerini hissetmek ,şaraplarının tadına varmak, mahzenlerini dolaşmak yok muydu? Bu şehire çok yakın olan ve Unesco tarih listesinde yer alan Pirenze’ye de uğramak yok muydu? Vardı, hangisi gerçekleşti? Hiçbiri. Yine de çok eğlendim bu küçük memlekette, aç kalmış olsam da...
Zaten biliyorsunuz açlık bizi buralara getirdi. Siena’da siestaya yakalanınca, karın gurultularımızı cipslerle çikolatalarla bastırdık, Montelpuciano ‘da yiyeceğimiz yemeklerin hayallerini kurarak. Yine her bir köşesi ayrı bir manzara resimli esere konu olabilecek Toscana’nın inişli çıkışlı yollarında devam ettik. Evet bu arada işte ne zaman Toscana diye araştırsam, gerek google arama motorunda gerek Flickerda boy boy fotoğraflarını gördüğüm Toscana’nın en meşhur selvi topluluğunu gördüm. Hadi cnm hani her yer selviydi, nasıl anladın bunlar olduğunu diye bana uzmanlık sorusu sormayın. Sorarsanız, hiç bu kadar bir arada bulunan selvi bulunmadığı şeklinde cevaplayabilirim sizi. Genelde sıra sıra diziliyor bu selviler. Neyse onu bırakında yolun ötesinde kalan bu topluluğu çekmek için zamanla mücadele etmem gerekti. Çünkü T saatte 90 km hızla araba sürüyordu biraz sonra yolun korkuluklarının arkasına saklanacaktı selviler. İşte o an, arabanın camı açılır, makinanın çantası arka koltuktan kucağa, hemen çıkartalım makineyi, netliği sağla, odakla ve hedef...birazcık oynama ile çok da fena olmamış değil mi, ben beğendim.Benim adım sıppıdak, bu selviler için elimden gelen budur.






Tamam meşhur selvileri de geçtik ama yol bitmek bilmiyor, bizim kasabaya kadar dayanacak halimiz kalmadı. Artık mideler isyanda. Ulen İtalya’da bile aç kalmayı başardık diye bize sitem ediyoruz kendimize. Dayanamayıp yol buyunca ristorante yazan mekanlardan birine giriyoruz. Burası aslında otel de. Bizi hemen bir köpecik karşılıyor. Ayaklarımızın dibinden ayrılmıyor zibidi. Otelin bahçesi muhteşem bir Toscana manzarası ile karşı karşıya. İtalyan olmadığı belli olan bir iki turist de havuza arkalarını dönmüşler, şezlonglar da manzarayı seyre dalmışlar, bizi hiç sallamıyorlar.
Biz de yemek yiyebileceğimiz bir insan arıyoruz ama hiç yok. İçeri giriyoruz, bakıyoruz. Yok. Yine mi siesta? Kardeşim insan kapıya yazar bi bir siesta yapıyorum, 2 saate dönecem ne bileyim tarlaya gittim ya da kilisedeyim gibi bizim cumaya gittime benzer. Anca bir kuyruğunu ışık hızıyla sallayan minik köpek koy, olmaz ki? Bu nasıl bir işletmecilik? Hadi bizi bıraktın, o 3 kuru turist açlıktan kırılacak mı? Nerede 5 çayı? Her neyse manzara süperdi ama karın doyurmuyor. Yürü yürü hızla yemek bulabileceğimiz yere gidelim derken bir baktım köpek bizim arabada. Ooolum biz senin aile değiliz, ne olur in arabadan diye indirene kadar canımız çıktı. Ne kadar sevimli tipleriz ya köpek bilem dayanamadı? Yoksa köpecik bir isyanda mıydı, bir kaçış ,kendini arayış mı istiyordu? Neyse zar zor kaçtık artık kalacağımız hostele gitmeye karar verdik. Orada yerdik ne yiyeceksek... bu arada Toscana’nın etleri, şarapları ile meşhur olduğunu bilen benim ağzıma bir tekerleme takıldı o an uydurulan...
Toscana toscana dedin,
başım etini yedin,
 al sana toscana,
 aç kaldık baksana..
tabii mantıklı düşünülürse bu maninin T tarafından söylenmesi gerek Toscana’ya da gidelim diye Tnin başının etini yediğim düşünülürse...









Ha bu arada Pirenze’ye de geldik ama açken ne mümkün hele hele beden kitle endeksi insanları şok edecek derecede standart sapmaya uğrayan T’nin açken T olmayıp, tüylü bamya olma potansiyelinin yüksek olduğu düşünülürse. Bir yarım saat daha gidip yine bir ortaçağ kalesinin içine yerleşmiş Montelpuciano’ da odamıza yerleşip kendimizi yemeğe adamaya karar verdik. Zaten hava da kararmaya başlamıştı.
Vardık kasabaya oleyyyy.. ama  hosteli bulamıyoruz. Dön babam dön. Navigasyon Zeliha’da yardımcı olamıyor. Ne yapıcaz ne yapıcaz derken yol üstünde lak lak yapan bir grup İtalyan teyzeye elimizdeki booking.com çıktısını göstermeye karar verdim, verdim de pişman oldum. Zerre İngilizce konuşmayan teyzeler  arabanın camında adresi gösterdiğim andan itibaren hep bir ağızdan dakikalarca konuşup hep bir ağızdan bana capito dediler. Bu İtalyanların eli kolu çok oynuyor ama vücut dilleri anlaşılmıyor ya.  Bir Türke göre o kadar çok cümle kurmuşlardı ki bana beklenti ile bakan gözlerini kıramadım. Capito dedim. Camı kapatıp T’ye “yürrrüü” dedim.  T bana baktı “capito, anladın mı?” ben “sence, tabii ki hayır. Hadi teyzeler görmeden kaybolalım”. Tamam dedik o zaman hemen yakındaki markete soralım. Ben teyzelerden dolayı demoralize olduğum için,  T’yi gönderdim markete. T girdi çıktı ki...aynadan gördüğüm de ne, biraz önceki teyzelerden biri koşa koşa elini kolunu sallaya sallaya arabaya doğru geliyor bir yandan da anlamadığım bir sürü şey çemkiriyor. Ben daha ne olduğunu anlamadan yan camdan yanımda bitip bana bir sürü bıd bıd bıd konuştu da,  anlamıyorum ki ben. Bir kez daha eller kollar oynadı yine “capito” sorusu ve “si” cevabı. T’nin yola düşmesi ile yola koyulduk. Tam yolumuzun üzerinde olunca teyzeyi de arabaya davet ettik ama bu yerden bitme miki tarzında teyze beni hiç mi hiç sevmedi.  Teyzenin İtalyanca söylediklerinden ben kendimce anladıklarımı size aktarıyorum.
Teyze: O kadar anlattım bir anlayamadın. Eşin de hoşmuş, uzun boylu yakuşuklu, maşallah maşallah.. (bunu teyzenin kendi kısa boyuna bakıp  gözlerini süzmesi ve yanağındaki küçük gülümsemeden anladım).
Ben: Si (Boynum bükük, hem ben de güzelim, azıcık objektif ol be teyze!!!!)
Teyze: Çok şanlışın maşallah, azcık da akıllı olaydın (bunu teyzenin  sesinin çemkirme moduna  tekrar girmesinden anlıyorum)
Ben:  Eyvallah, si.
Teyze: çok hoş çocuk valla, şükret (Teyze hiç susmuyor,ay dayanamayacağım)
Süzülen ve T’me 2 dakkada göz koyan tipik İtalyan teyzemiz bir anda heyecanlanarak durmamız gerektiğini bildirdi. Sonra da yine süzüle süzüle indi, bir de gözümün içine baka baka T’ye el salladı. Daha ben şoku atlatamadan bir bağ evi olan pansiyona vardık mı?  Çok şükür, midemin sırtıma yapışmasına mı üzüleyim yoksa İtalyan teyzenin yaşına başına bakmadan sevgilimle yaşadığı kısa flörte mi?
Aman neyse girelim şu odaya artık. Zaten hava da soğudu. Sabahtan beri cıbıl cıbıl olmasına rağmen sıcaktan pişen bacacıklarım donmaya başladı. Toscana’nın akşamları da soğuk mu oluyor ne? Kaldığımız yer kasabanın gölgesinde kalan üzüm bağları ve zeytinlikler içinde bir ev. Ev sahipleri bir kaç odayı içinde mutfak da olacak şekilde dizayn etmiş, booking.com’dan kiralıyor. Sanırım insanlar buralarda daha uzun kalmayı tercih ediyorlar ama biz sadece 1 gece kalacaktık. Ekim ayına kadar açık bir  küçük havuzu da olan hostelin adı Podere Fontecastello. Aman ev sahipleri nerede ya nerede? Ahha işte yazmışlar girişe “tarladayız,çalışıyoruz” diye. Zar zor çağırdık ev sahiplerini. Bol üzüm lekeli kostümlerle iştirak etti tipik İtalyan ev sahibesi. Odamıza yerleşip yemek için bir yer önerin deyince de saat 6 buçuk İtalyanlar için çok erken, ancak 9 gibi restauranlar açılır demez mi?? İşte bu bize Toscana’nın bir lütfu olmalı. Aldı eline haritayı az buçuk İngilizce ile bir şeyler atıştırmak için şuraya buraya gidin dedi. “Aman” dedik “üf, esnaf bu danışıklı dövüş yaparlar, gidelim kendimiz bakalım”. Bu arada hava inanılmaz soğumaya başladı. Kaleye doğru çıktık ki muhteşem manzara bizi bekliyor ama hava karardı kararacak. Yavaş yavaş gezelim. Baktık yine şehirde açık restaurantlar var girelim bunlardan birine sonra da şişelere sofra şarabı doldurturuz. Hayal buydu, tabii ben oturacak bir yer bulabilseydim. Sanki karnım çok tokmuş gibi bir türlü dükkan beğenmez oldum. Birine oturduk, şaraplarının isimleri hoşuma gitmedi diye kalktık(ay sanki çok anlıyorum), birine oturduk makarna yok sadece et yapıyorlar çok lüks pahalı, kalktık, birine oturduk mutfak kapandi dediler (hani anca 9 da başlıyorlardı işe), birine girdik bizim mahalle kahveleri gibi yine kalktık. Olamaz üstelik cipis de kalmadı ya...ne yiyeceğiz. Dükkanlar birer birer kapanıyor, tükürdüğümüzü yalayıp popumuzu dokundurup kalktığımız restaurantlara da gitmekistemiyorum. T artık tüylü bambayı ya bıraktı garip kahkahalar atarak başka bir boyuta geçti mi? Önümde bir dükkan gördüm tamam dedim T’ye altı üstü bir makarna yiyeceğiz. Buraya ,Cafe Politizia’ya, giriyoruz va asla o küçük totomu şımarıklık yapıp kaldırmıyorum... dırın dırıın işte başladı komedi...
İçeri girmemizle bizi kaytan bıyıklı, papyonlu ve her an eski İtalyan reklamlarında ellerini ahenkle bitiştirerek “mama mia” demeye hazır bir garson karşıladı. O kadar kibardı ki ne diyeceğimizi bilemedik. Kırıla kırıla dışarı mı içeri mi oturacağımızı sorduktan sonra (biz de illa Toscananın tadını çıkaracağız diye dışarı oturduk ama hava amma da soğuktu) dışarıya oturduk. Kibar garson bize hemen birer şarap verdi ve buğulu gözlerine eşlik eden bir o kadar da buğulu sesi ile ne yemek istediğimizi sordu. Türk olduğumuzu öğrenince her sene gelen Türk konuklarından, Türk yemeklerinden ve baklavadan dem vurdu.  Biz de suyunu sıktık, her yemeğin ne olduğunu tek tek sorduk. T her zamanki gibi domates soslu makarnadan şaşmazken,ben de ravioli ile karıştırdığım ricotto istedim. İstemez olaydım. Ricotto nasıl diye sordum, kiboş öyle bir anlattı ki eridim hadi isteyim bari dedim. Yanına da koca salata menüsünü deştikten sonra karışık salata istedik, yanına da Montelpuciano şarabı. Hadi bakalım heyecanla bekliyoruz. Heyecanlı bekleyiş sona eriyor...domatesli makarna hadi geldi. ( onun da makarnası bir değişikti, ev yapımı olduğu için galiba kalın kalın) neyse de benim ricotto da ne öyle koca tabağın ortasında 2 yemek kasığı boyutunda üstü bol şaraplı yanında 2 meyve kondurulmuş pirinç pilavı gibi bişey değil mi... oohhhh yoo.. ya o salata ortada 1 avuç icebergin etrafında uydu gibi 2 salatalık 2 domates 2 turp mu.. ben nasıl doyacam bunla ya üstelik bütün gün aç kaldıktan sonra bu ricottoyla karın mı doyar? Ya o salata.. bir de sevmedim mi yemeği ama kiboş gelip gelip buğulu sesiyle bu mükemmel yemeğimizi nasıl buldun diyor? Nasıl kırarım kiboşu? İyi diyorum ama geçmiyor boğazımdan. Neyse ki zayıfım da çok yememe ihtimalim sayesinde daha fazla açıklama yapmak zorunda kalmıyorum. Mamma mia diye diye aç kaldım o gece. Üstelik aç karnına şarap da zevk vermedi.  Tatlı ister misiniz dedi yok dedik artık hesap çok gelir korkusuyla. Mekan lüks gözüküp, kiboş garsonumuz üst sınıf elit olunca da hesap çok gelecek diye tırsmadık değil.  Zaten o da baklavadan sonra bizim tatlıLarı yememeniz çok normal diye övdü. Bir anda bir çok müşteri kalkmaya başladı bir baktık bizim kiboş kasanın başına geçmiş veresiye yazan bakkal gibi tek tek fatura yazıyor, hesap yapıyor. Kiboşun bir anda elitliği yerle bir olurken, biz de sıraya geçelim bari dedik ve şaşırtıcı şekilde çok gelmeyen hesabı ödeyerek aç aç çıktık. Neyse ki hesap çok değil di, yoksa açlık beni daha da mutsuz edebilirdi.
Dışarı bir çıktık. Her yer buzz, yoksa açlıktan mı öyle hissediyorum. Aman çok yorgunuz hemen gidelim yatalım dedik ve soğuk mu soğuk Toscana gecemizi döndükçe çıkardığı sallantılarla ninni söyleyen yatağın içinde üstümüze kalın mı kalın bir yorgan çekerek geçirdik.





Sabah ışıklarına horoz sesleri eşlik ediyordu. Bir anda zıpkın gibi uyandım uyandım da canım dışarı çıkmak istedi. T ise her sabah olduğu gibi horul horul uyuyor, yatak ile yaşadığı aşkın edebileşmesini ister gibi yastığa yorgana sarılmış. “Hadi kalk bağlarda gezelim” diyorum  tık yok. Belli ki içinden “sen özgür bir insansın, kocamansın da kendin gidebilirsin diyor” ben de paçalarımı sıvayıp foto makinemi alıp dışarıya çıkıyorum. Dışarda daha önce gördüğüm ev sahiplerinden farklı yaşlı bir amca ve teyze var. Yaşlı ama bir yandan da çok dinçler. Teyze bitkilerle ilgileniyor amca da koca bir teneke kazandaki şarapla ilgileniyor. Sabahın kalbe iyi gelen ve içinde mutluluk hormonu bulunan temiz havasını çeke çeke  amca ve teyzenin görüş hizasından uzaklaşıp yavaş yavaş bağdan inmeye başlıyorum ayaklarımın çamura bulaşmasına aldırmadan, nasılsa yıkarım. Ellerimi kollarımı sallaya sallaya zevkle iniyor, dallarda tek tük kalmış üzümleri fotoğraflıyor, kasabanın ay altındaki görüntüsünü izliyor, önümdeki uçsuz bucaksız manzaranın sisle ve tatlı güneş ışınları ile cilveleşmesini izliyorum. Derken…bir anda bayağı aşağı inmiş olduğumu fark ediyorum.. ve tanıdık bir ses, bu ses de ne bir hayvan mı?? Buldum bu sesi angry birds’ün sinir bozucu domuzcuklarından tanıyorum. Bir anda bir önceki  gece ben restaurant beğenmezken bir şarküteri dükkanının önünde T ile yaptığımız kısacık konuşma anı geliyor. Vitrindeki doldurulmuş yaban domuzunu gören ben”ne çok domuz figürü var burada” derken T’de “bu yaban domuzu, buralarda çok var galiba ki simge gibi kullanmışlar” diye cevaplıyor. Sahnenin gözümde canlaması ile totomun çamura girip çıkan ayakkabılarımla tanışması bir olur. Gerçekten domuz sesi midir, yaban domuzu mudur, saldırırlar mı bilmem? Nereye tırmanacağım… en iyisi totoma vura vura tepeye çıkıp T’nin kollarına gitmek…100 metre koşusuna antremanda gibi gerçekleştirdiğim koşu sonucu yukarı çıktım. Kalp atışlarımın düzelmesi ile domuzcukları unutan ben şarap yapan amcanın dibinde bitip vücut diliyle nasıl yapılıyor diye sordum. Amca da beni kazanın üstüne çıkan merdivenden çıkartıp şarap kokusunu şimdiden vermiş üzümleri sopayla karıştırdı, sonra soğuk ve karanlık mahzeni gösterdi. Bir sürü de teknik anlattı, “si” anlayana, İtalyanca bilmiyorum…
Artık yavaştan T’yi yataktan kazımak ve Roma için yolculuğa hazır etmem gerekiyordu ki, arabamızı çok geç bırakmayalım. T hafiften küfrede küfrede kalktı hazırlandı, hostelde kahvaltı olmadığı için açlıktan kıvranan midemizin sesine aldırmadan çıkış yaptık. Gerçi T akşam ben o garip yemekle savaşırken, domatesli makarnasnıı löpür löpür götürmüştü, benim kadar aç olamazdı, özellikle de fotosentez yapabilme kapasitesi göz önüne alınırsa…
Ve hem aç hem de sabah yaptığım heyecanlı maroton yüzünden kasabadan ayrıldık. Yine açtık ve yine Pirenze’ye uğramadan Roma’ya yol aldık. Önümüze çıkan kocaman alışveriş merkezinden peynir ekmek ve kayısı suyu alıp kamyoncuların durduğu bir yerde sinekler arasında kahvaltı yaptık. Ne garip bir şekilde sinekleriyle yurduma benzer bir köşeydi….
Ama ama o kocaman alışveriş merkezinden biri 5 kilo da olmak üzere karton kutularda bir sürü şarap aldık ki hem çok ucuz hem de çok lezzetli idi şaraplar. Üstelik turistik yerlerde çok pahalıya satılan İtalyan kahve makinesi ve kahve de almadık mı ucuza… Başka kahve içmiyorum artık…
Tek hayalim, Roma’ya varıp ora bura diye günlerce araştırdığım yerleri hiçe sayarcasına en turistik yere oturup kendime kocaman bir makarna söylemek…
Açken Roma bana Roma olamaz…












Hiç yorum yok:

Yorum Gönder