20 Nisan 2013 Cumartesi

Bu Fıstıkların Hepsi Kafadan çatlak : acılı,sıcak, dağları duman duman Urfa

Amanınn bütün fıstıklar kafadan çatlak diye bağırıyor sonra da tek fıstık kabuğunu dolu olanın içine kıstıra kıstıra kafadan çatlakları götürüyorum. Zevkten dört köşeyim. T, ise elimden kafadan çatlak fıstıkları kapmak için uğraşıyor.
İşte bu ritüel 2 buçuk günlük Urfa –Mardin maceramız sonunda evde soluklanırken yaşanıyor. Ama ne zevkli ne zevkli.
Gap havalimanına inince T’nin ahbabı Hamut abi bizi karşılıyor. Yol boyunca açmaya yüz tutmuş fıstık ağaçlarını göstererek içerliyor. Biz üretiyoruz, Antepliler işlediği için ününü üstlerine alıyorlar diye. Bundan sonra en azından gezi boyunca Antep fıstığı demek yok. Sadece Urfa fıstığı denecek. Halbuki ben hep Şanfıstığı derdim, Şan’ının da Şanlıurfa’dan geldiğini sanırdım.  Yok, hayır sadece Urfa fıstığı denecek. Seni mi kıracağız Hamut abi. Bu arada gezimizin maskot lafı oldu “Bu fıstıkların hepsi kafadan çatlak” cümlesi. Hamut abi Urfalı zeki bir arkadaşımızın fıstıkları pazarlamak için bu cümleyi kurduğunun söyleyince gülmekten çalışan göbek kaslarımızın acısı aklımıza kazındı ve hep bir ağızdan: Bu fıstıkların hepsi kafadan çatlaaaaaaakkkkkkkk!!!!!.




İlk olarak Göbeklitepe’ye gidiyoruz. Şehrin içinden geçtikten sonra yaklaşık 12 km ötede Göbeklitepe. Belki duymayınız vardır. Dünyanın şu ana kadar tespit edilmiş en eski tapınak kompleksi. Bugünden tam 12000 yıl önce. Ben de aslında çok olmadı yeni öğrendim Göbeklitepeyi. Hem de çok güzel bir belgesel izleyerek. Belgeseli izleyip gidince daha anlamlı oldu. Aslına bakarsanız 4 adet tapınak şu ana kadar çıkarılmış. A-B-C-D. Bunların hepsi yan yana. Belgeseli izleyince öyle görkemli bir yapı ile karşılacağımı düşünmüştüm ki bu tapınakların hepsinin yan yana olduğunu düşünemedim. Bu belgeseli mutlaka ama mutlaka izlemenizi tavsiye ederim. 
http://www.youtube.com/watch?v=XHoOiNnqkPU 
Böylece Göbeklitepeçalışmaları sonucu ortaya çıkan hayvan figürlerini, taşlardaki el figürlerinin, 12 rakamının bir çok yerde olduğu gibi günümüzden 12000 yıl önce de ne kadar önemli olduğunu bilerek mekanı gezebileceksiniz. Gerçekten çok gizemli bir yer Göbeklitepe, yılda 2 ay kazı çalışmaları ile ne kadar daha gizemi çözülür ama onu bilmiyorum.



Nisan ayının sarı sarı otlarının süslediği Urfa ‘da Göbeklitepenin bulunuş hikayesini duymanız gerek. Göbeklitepe’nin vefalı ve yaptığı işten çok zevk alan görevlisi Veysi (Veysi kazı çalışmalarına da katılıyor) ve babası kendilerine ait olan arazide bir gün ana tanrıça heykeli bulurlar. Heykeli müzeye teslim etmek isterler ama kültür gelenek derken temiz olsun diye yıkarlar. Heykele verilen bu iyiniyetli bu tahribattan sonra Göbeklitepe macerası başlar. Veysi’nin babası Mahmut’un arazisi artık ünlü olmuştur. Veysi de çalışmaya başlar kazılarda şimdi görseniz sorunca arkeolojiye bayılıyor. Keşke daha da gençken şansı olsaydı, yönlendirilseydi de arkeolojiye daha bilinçli yönelebilseydi istiyor. Veysi şimdi gelene gidene zevkle anlatıyor Göbeklitepeyi maceralarını.  Ne kadar tuhaf değil mi? Vatanımızın taşı toprağı arkeoloji, ne kadar ilgiliyiz? Veysi ile gurur duydum bu yüzden, sadece Veysi’nin gözlerindeki heyecanı görmek için bile ziyaret edilesi Göbeklitepe.  Bu göbek ismi nereden gelmiş derseniz, o da ilginç. Ben zannetmiştim ki bu tapınaklar (toplam sayısının 20 kadar olduğu tahmin ediliyor) üstü bilinmez bir şekilde örtülmüş, o da göbek havası vermiş. Yanlış,, oranın yerlilerinden 2 kişi tam tepenin en efil efil esen yerine gömülmeyi nasihat etmişler. Şu anda kime ait olduğu belli olmayan 2 adet mezar var bir dut ağacının dibinde, Göbeklitepeye ismini veren. Göbeklitepenin tılsımlı havasından ayrılıp Urfa’ya yol alıyoruz. Urfa şehri çok gelişmiş, sanırsın Ankara’nın semtleri, gayet güzel.
Hamut abi bize evinde Urfa lahmacunu yaptırmış, yere oturarak yiyoruz Urfalılar gibi. Ama yere oturup bağdaş kurmakta zorlanan arkadaşlar var. Kurbağa oturuşu, yandan oturuş ya da Urfa’da da kabul gören koşuya çıkmaya hazır maratoncu oturuşu, her çeşit var. Aramızda Bizans imparatorları gibi yan yan oturan tecrübesiz arkadaşları da unutmamak gerek. Bana göre acı ama çok lezzetli lahmacunları mideye indirdikten sonra koyulduk yola.
Önce Urfa kalesi, durun durun Urfa kalesinden önce Hz Eyüp’ün çektiği acıların dindiği suların bulunduğu cami ve türbe kompleksine gidiyoruz. Burası çok kalabalık. Özellikle de şifalı olduğuna inanılan çeşmenin başı. Kalabalığı itmek suretiyle kendimize yer bulup şifalı sulardan içmeye başlıyoruz. Durun bu son olmayacak. Urfa’nın her köşesinde şifalı sulardan içme imkanımız olacak. Neyse ki hava sıcak ve acılı lahmacun yedik. Her yerde içiyoruz lıkır lıkır. Bu kadar çok hayratı olan gördüğüm üçüncü şehir. Roma ve Venedik’ten sonra. Yani neymiş Urfa’da suya para vermeye gerek yok. Belki tarım arazileri susuz, bir kısmı da Atatürk barajından su alabiliyor ama eski Urfa civarında dolaşırsanız yer gök su. Hemi de şifalı. 

Biz kalabalığı görünce yok mok desek de her yerde Hamut abi bize su içirmeye karalı, pıtı pıtı önden yer buluyor bize yer açıyor. Bu arada cami civarında arap kökenli vatandaşlarımızın kafa ve boyunlarındaki poşulara bakıyorum. Hepsi mor. Hamut abinin baldan tatlı zeki kızı Ayşegül’e soruyorum. Geçen sene maviydi bu sene mora döndü renkler diyor. Ama ben biliyorum nedenini, geçen sene izlediğim bir belgeseldeki bilgiler doğru ise aşiret ağaları poşu modasını belirliyorlar ve son yıllarda favorileri koyu renkler. Koyu mavi, mor gibi…




Buradan hemen Urfa Kalesine doğru yol alıyoruz. Kale ve Balıklı göl yan yana. Kaleye çıkmak için gayet güzel merdivenlerden yukarı çıkıyoruz bir yandan da Eski Urfa manzarasına karşı hoplamalı zıplamalı pozlar vererek. Kaleye giriş paralı ancak müze kart da geçerli haberiniz olsun. Kale de çok bişey yok aslında, eskiden kalma surlar ve ihtişamlı bir şekilde şehre tepeden hükmeden 2 adet sütun. Sarı sarı çiçekler arasında kalmışlar. Hemeen şip şak. Kaleden aşağıya inmek için gizli bir geçit var serin serin. Geçit belli ki çeşitli dönemlerde elden geçirilmiş, basamaklar bazen daha dar bazen kocaman kocaman. Nisan ayında bile Urfa o kadar sıcak ki, bu serin geçitler insanın içini ferahlatıyor.




Aşağıya inince hemen bir alt geçitten Halil-ür Rahman (Balıklı Göl)’ün yanındaki AynZeliha gölüne iniyoruz. Bu gölde de bol bol balık var. Ayrıca bu gölde sandalla da gezilebiliyor. Balıklı göl’ün hikayesini az çok biliyorsunuzdur. Hz İbrahim Nemrut tarafından yakılmaya çalışınca ateş göle, odunlar balığa dönüyor. Aynı sırada Hz İbrahim’e inanan Nemrut’un kızı da ateşe atlayınca bu göl oluşmuş. Göllerin etrafı çok kalabalık. Tahmin edersiniz ki her yerde su içilecek çeşme var şifalı şifalı. İçiyoruz lıkır lıkır, Hamut abinin gözleri üzerimizde, içmemek olur mu? Göllerin kutsal sayılan akıllı balıkları da gölgelere yığılmışlar. Hamut abi jet gibi kalabalığı yara yara gidiyor biz de arkasından pıtır pıtır. Neyse ki Ayşegül var yanımızda bize yol gösteriyor. Biz de yine bir cami avlusuna giriyoruz, meğersem Hz İbrahim’in annesinin Nemrut’un tüm erkek çocukları öldürme emri vermesine üzerine (yanlış hatırlamıyorsam Nemrut’un gördüğü rüya üzerine bir kahinleri tahtının yeni doğacak bir erkek çocuğu tarafından alınacağını söylüyor, o da yeni doğacak tüm erkek çocuklarını öldürme emri veriyor) bu avlu içindeki mağaraya saklanarak bebeğini doğuruyor. Ve işte bu hikayenin en eğlenceli kısmı da burada. Çiğköfte de bu arada keşfediliyor. Hz İbrahim’in annesi elindeki malzemeleri yoğurarak çiğ köfteyi buluyor. Kaynak, Hamut Abi.
Çiğköftenin efsanesini de dinledikten sonra çok istedik bir çiğ köfte ama kısmet olmadı. Hamut abi bir sonraki sefere söz verdi. Hz İbrahim’in doğup çeşitli kaynaklarda faklı yaşlara kadar annesi tarafından gizlice büyütüldüğü bu mağarayı ikiye bölmüşler, kadınlar ve erkekler için giriş. Tahmin edin içeride yine bir şifalı su var.



Bu arada Urfa’da bir çok yerde mağara yaşamı varmış, belediye şu anda bu mağaraları restore ediyor. Hamut Abi’nin dediğine göre içine 5000 koyunun girebildiği mağara bile var. Sanırım bu boyutlarda bir mağara ancak villa mağara olabilir.


Balıklıgöl civarından çıkıp, Urfa’nın tarihi çarşılarında dolanmaya başlıyoruz. Baharatlar, poşular,  neler var neler daracık çarşılarda. Bazen bakır döven ustalarla bazen işi yerinden öğrenen küçücük çıraklarla karşılaşıyoruz. Bu ustalar bu seslere nasıl dayanıyor diye merak ederken, tarihi çarşılar arasında güzel bir dinlenme yeri olan Gümrük hana giriyoruz. Hanın avlusu tıklım tıklım. Üst katında terziler zanaatlarını icra ederken, Urfa fotoğraf derneği gibi sanatla iç içe birimlere de ev sahipliği yapıyor bu eski ve güzel han. Sevimli garson Yusuf illa ki fıstıktan yapılan menengüç kahvesini öneriyor. 

Gaziantepteki kötü maceramdan sonra tereddütlüyüm ama Anıl’ın kahvesinden bir fırt çekince fikrim tamamen değişiyor. Bu kahve mükemmel. Hepimiz birer tane içiyoruz yanımızda yine çalgıcılar Urfa türkülerini söylerken. Menengüç kahvesi oldukça yumuşak içimli, hoş çay içsem kaçak çayla karışık ağır bir çay içmeyecek miyim zaten? Neymiş Antep’te içilmeyen Memegüç kahvesi mutlaka ama mutlaka Urfa’da içilecek. Hele de bu serin handa süper.





Çarşılarda gezildikten sonra bir arkadaştan referans aldığımız sporium centerda Yarım terbiyeli kuşbaşıları götürüyoruz. Götürüyoruz da benim anlamadığım nerede bu kuşbaşıların terbiyesi.. acı acı yaktı beni olmaz ki…Koyu çayımızı da Hamut abi’nin sevimli kayınpederi ve kayınvalidesinde içtikten sonra bir sonraki macereya hazırız.
Şimdi sırada Mardin’e yolculuk var… hem yorulduk hem de zaman kısıtı olduğu için gezemediğimiz şehirden uzak kalan Halfeti ve Harran aklımızda kaldı. İtiraf edeyim benim en çok aklımda kalan Hamut abinin yetenekli eşi Raziye’nin ellerinden yiyemediğimiz acılı çiğköfte kaldı. Zaten Anılcım ilanlara bakıp bakıp birkaç önce olan Urfa Kurtuluş günlerinde kaçırdığı çiğköfte yarışmalarına üzülmüştü...
Öyle böyle derken Urfa’yı da çok sevdik. Hamut abi ve sevimli ailesinin de bu duruma katkısı çok oldu.. şimdi hep bir ağızdan:
Bu fıstıkların hepsi kafadan çatlaaaaakkkkkkk!!!!!!




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder