Ve başladı yolculuk Mardin’e doğru. Belki bu rotayı
izleyeceklere yol gösterebilir diye bizim seçtiğimiz yoldan bahsedeceğim. Biz
Urfa-Mardin arası tur işleriyle uğraşan bir şirketle anlaştık, böylece araba
kiralamayla (Aracı Urfa’dan alıp Mardin’e bırakmak isterseniz 130 lira civarı
ekstra para ödüyorsunuz ki bu da bizim ödediğimiz ücretle başa baş geldi,)
uğraşmadık hem de Mardinli arkadaşlar edindik, onların deneyimlerinden
faydalandık. Bu konuda telefon numarası almak isteyenler (Mahmut Bey ve
kardeşleri için) yorum kısmı ile bana ulaşabilirler.
Urfa-Mardin arası yaklaşık 2 saat sürüyor. Yollar çok güzel,
gece böyle aydınlık şehirlerarası yollara Ankara’da bile rastlamak zor oluyor.
Mezopotamya’nın dümdüz ovasından giderken bize eşlik eden arkadaşımızın ben
uyuklarken “işte Suriye şurada gözüküyor” dediğini duyuyorum. Urfa ve
Mardin’deki yerel halk genelde Arap kökenli, çoğu Arapça biliyor, ileriki satırlarda
bundan bahsedeceğim ama Türkçeleri de çok güzel sempatik, hafif yanık.
Arkadaşımız anlatıyor, dümdüz ovaya tepeden bakan Mardin’e
eskiden gündüzü mezarlık, gecesi gerdanlık dermişler. Bunun nedeni de
evlerinden dolayı sarı sarı gözükmesi uzaktan. Ancak mezarlık lafı hoşa
gitmeyince tanımlamada düzenlemeye gidilmiş ve Mardin’in yeni lakabı “gündüzü
seyranlık, gecesi gerdanlık” olmuş. Gerçekten de gece Mardin’e yaklaştıkça o
ışıl ışıl güzelim görüntüsü gözümüzü doyurdu. Düşünün ki Urfa sıcağından çıkmış
bünyelerin gözlerini kibrit bile tutamazdı ama yine de gerdanlığı görmeden
edemedik. Bir daha ne zaman bu görüntü çıkacak ki karşımıza.
Esneye esneye kalacağımız otele İpekyolu Guest House’a
yerleştik. Berna Hanım ve sempatik ailesinin işlettiği mekanın bir kısmı da
orijinal Mardin evlerinden çevrilmiş. Ayrıca terası da size güzel bir
Mezopotamya manzarası sunmakta, Mardin’in en eski oteli olup yıkılmayı bekleyen
çirkin bina da ortadan kalktı mıydı teras manzarası tamamdır. Yalnız özellikle
eski Mardin çok tepelerde olduğu için yazını bilmem ama Nisan’da efil efil esip
bize kazakları giydirdi. Özellikle de sabahları buzzzzz…. İpekyolu Guest
House’ın birkaç eksiği var, Berna Hanım onları yavaş yavaş tamamlıyor, sevimli
oğlu da Arapça şaşırma ünlemiyle bizi çok güldürüyor “yooo yoooo” diye. Biz
deriz ya “aaa aaa”.
Mahmut Bey isteklerimiz doğrultusunda hemen bize bir sonraki
günün rotasını çizdi. Güzel bir uyku çekip yarına hazır olmak var. Ama nerede? Yataklar
çok rahat olsa da, uyku tutmuyor beni. Ne olacak heyecandan. Mardin’de günümüz
az, hem de Anadolu jet uçuş saatini öne almadı mı, erkenden kalkıp kendimizi
Mardin sokaklarına atmam gerek yoksa içim rahat etmeyecek. Neyse ki son
günlerin zıp zıp Anıl’ı da sabah 6cılardan da, ortada bir yerde 8’de kalktık. T
uyunması çok rahat taş odada mışıl mışıl uyurken, başladık dolaşmaya Mardin’in abbara denilen ara sokaklarında. Sanırım
günlerden Pazar ve saat de erken olduğu için sokaklar bomboştu. Zıpzıpımla
Mardin’in en meşhur camisi Ulu Camiyi buluncaya kadar bayağı dolandık. Hatta
camiyi bulup da çıkışı bulamayınca daha da zorlandık. Caminin hemen üstündeki
sokaklarda uzun uzun sıra sıra dükkanlar var çıkışı bulmak tam bir yetenek.
Yine de Venedikle yarışamaz Mardin. Her ne kadar dokuyu koruma konusunda
Venedikle yarışabilmiş nadir şehirlerden olsa da, Venedik daha hoş kaybolma
imkanları veriyor insana. Bu arada
sokaklar çok temiz değildi ve dikkatimizi çekti. Meğer sokaklar çok dar olduğu
için ancak eşeklerle temizleniyormuş, bu da görüntü farkı yaratabiliyormuş. Ulu
Cami’de her yerde olduğu gibi çocuklar peşimize takıldı, abla abla buranın
hikayesini anlatalım mı diye. Yok dedik ama anlatmaya başladı biri, biz pek
ilgilenmeyince de çekildi. Bu arada Ulu Cami en meşhur cami ama sıra sıra belli
aralıklarla dizilmiş camilerin minare yapıları o kadar çok benziyor ki hangisi
en meşhur cami anlaşılmıyor vallahi…
Karnımızın gurultuları bastırınca hemen otele dönüş, sıkı bir
kahvaltı... ardından Mahmut Bey’in kardeşi Musa ile yolculuk başlayacak. T hala
yatakta dönüyordu ama kaldırdık neyse ki..
Musa bizi ilk olarak Mor Gabriel ya da Deyrul Umur Manastırına
götürüyor çünkü manastır akşam en geç 16.30’a kadar gezilebiliyor. Erkenden
orayı halletmek gerek. Bu arada Musa’ya soruyorum “Musa ben buradaki
manastırların isimlerine baktım hep mor ile başlıyor, bu nedir şimdi Urfa’daki
aşiret modası gibi manastırlarda da mı renk modası var? Musa kıs kıs gülüyor. Yok diyor, Arapça’da Mor aziz demek. Ama kabul
edin aranızda kesin benim gibi düşünen parlak zekalı birkaç kişi vardır.
Manastır için önce Midyat’a varıyoruz, sonra biraz daha
yolumuz var. Yollar yemyeşil, tarlalar meyve ağaçları ile dolu, çok güzel.
Yemyeşil ağaçların arasından (zeytin, badem, asma, kiraz) tek başına kale gibi
duran manastıra varıyoruz. Manastıra öyle elimizi kolunuzu sallaya sallaya
giremiyoruz. Manastırda görevli olan ya da eğitim gören rahip adayları sizi
grup grup alıp gezdiriyor ve bilgi veriyor. Manastırın tuvaletleri de tertemiz,
rahibeler temizliyormuş. Gezilebilecek yerleri güzel güzel geziyoruz. Musa’nın
dediğine göre Vatikan’dan sonra dünyanın 2nci büyük manastırında adımlarımızı
atıyoruz, bakalım zıp zıp ne yapacak. Buranın sükûnetine sığınarak zıplamıyor
sanırım, kayıtları bir incelemek gerek. Şimdi bizi gezdiren görevliden aldığım
ve bana da ilginç gelip hala aklımda kalan bilgileri anlatma görevini bilgi
görgü böcüğüne devrediyorum.
Bilgi Görgü Böcüğü: 300’lü yıllarında inşa edilen bu Süryani
manastırının belli kısımları sonradan inşa edilmiş. Hala içinde aktif eğitim
veriliyor. Eskiden tavanlar altın ve gümüş işlemeleri ile kaplıymış ancak
Ankara Savaşında Timurlenk tavanlardaki hazineyi almak için iç kısımlarda büyük
ateşler yakarak altın ve gümüşü eritmiş. Aynı durum daha sonra bahsedeceğim Deyrul
Zafaran gibi diğer manastırlar için de geçerli. Manastırda büyük bir mezar odası var, betonun altındaki
15 mezarda toplam 12000 din adamı yatıyormuş. Bir de manastırı başka bir rahip
kurmuş (sanırım Samuel) ama Gabriel ile muhteşem yüzyıl yaşanınca manastırın
ismi Gabriel’e kalmış.
Manastırın sarı taşları arasındaki turumuz bitince arabaya
atlayıp Hasankeyf’e doğru yola koyulduk. Bu arada Musa habire telefonda buranın
birçok yerlisi gibi Arapça konuşuyor. Önce bize garip gelip kendimizi vatan
topraklarında hissetmesek de bu duruma, bir süre sonra alışmaya
başladık.
Mardin Hasankeyf arası yollar da çok güzel. Hasankeyf’e
yaklaştıkça hava da ısınmaya başladı. Zıp zıpın en çok eğlendiği ve kolunda
çantayla mini trekking yaptığı Hasankeyf semalarını da bir sonraki yazıya
bırakıyorum.
Efet, Hasankeyf büyüledi beni...
YanıtlaSil