16 Mayıs 2013 Perşembe

Sarıya Mor yakışır;; Sarı Mardin'in Mor manastırlarından başlanır...

Ve başladı yolculuk Mardin’e doğru. Belki bu rotayı izleyeceklere yol gösterebilir diye bizim seçtiğimiz yoldan bahsedeceğim. Biz Urfa-Mardin arası tur işleriyle uğraşan bir şirketle anlaştık, böylece araba kiralamayla (Aracı Urfa’dan alıp Mardin’e bırakmak isterseniz 130 lira civarı ekstra para ödüyorsunuz ki bu da bizim ödediğimiz ücretle başa baş geldi,) uğraşmadık hem de Mardinli arkadaşlar edindik, onların deneyimlerinden faydalandık. Bu konuda telefon numarası almak isteyenler (Mahmut Bey ve kardeşleri için) yorum kısmı ile bana ulaşabilirler.
Urfa-Mardin arası yaklaşık 2 saat sürüyor. Yollar çok güzel, gece böyle aydınlık şehirlerarası yollara Ankara’da bile rastlamak zor oluyor. Mezopotamya’nın dümdüz ovasından giderken bize eşlik eden arkadaşımızın ben uyuklarken “işte Suriye şurada gözüküyor” dediğini duyuyorum. Urfa ve Mardin’deki yerel halk genelde Arap kökenli, çoğu Arapça biliyor, ileriki satırlarda bundan bahsedeceğim ama Türkçeleri de çok güzel sempatik, hafif yanık.
Arkadaşımız anlatıyor, dümdüz ovaya tepeden bakan Mardin’e eskiden gündüzü mezarlık, gecesi gerdanlık dermişler. Bunun nedeni de evlerinden dolayı sarı sarı gözükmesi uzaktan. Ancak mezarlık lafı hoşa gitmeyince tanımlamada düzenlemeye gidilmiş ve Mardin’in yeni lakabı “gündüzü seyranlık, gecesi gerdanlık” olmuş. Gerçekten de gece Mardin’e yaklaştıkça o ışıl ışıl güzelim görüntüsü gözümüzü doyurdu. Düşünün ki Urfa sıcağından çıkmış bünyelerin gözlerini kibrit bile tutamazdı ama yine de gerdanlığı görmeden edemedik. Bir daha ne zaman bu görüntü çıkacak ki karşımıza.
Esneye esneye kalacağımız otele İpekyolu Guest House’a yerleştik. Berna Hanım ve sempatik ailesinin işlettiği mekanın bir kısmı da orijinal Mardin evlerinden çevrilmiş. Ayrıca terası da size güzel bir Mezopotamya manzarası sunmakta, Mardin’in en eski oteli olup yıkılmayı bekleyen çirkin bina da ortadan kalktı mıydı teras manzarası tamamdır. Yalnız özellikle eski Mardin çok tepelerde olduğu için yazını bilmem ama Nisan’da efil efil esip bize kazakları giydirdi. Özellikle de sabahları buzzzzz…. İpekyolu Guest House’ın birkaç eksiği var, Berna Hanım onları yavaş yavaş tamamlıyor, sevimli oğlu da Arapça şaşırma ünlemiyle bizi çok güldürüyor “yooo yoooo” diye. Biz deriz ya “aaa aaa”.





Mahmut Bey isteklerimiz doğrultusunda hemen bize bir sonraki günün rotasını çizdi. Güzel bir uyku çekip yarına hazır olmak var. Ama nerede? Yataklar çok rahat olsa da, uyku tutmuyor beni. Ne olacak heyecandan. Mardin’de günümüz az, hem de Anadolu jet uçuş saatini öne almadı mı, erkenden kalkıp kendimizi Mardin sokaklarına atmam gerek yoksa içim rahat etmeyecek. Neyse ki son günlerin zıp zıp Anıl’ı da sabah 6cılardan da, ortada bir yerde 8’de kalktık. T uyunması çok rahat taş odada mışıl mışıl uyurken, başladık dolaşmaya Mardin’in  abbara denilen ara sokaklarında. Sanırım günlerden Pazar ve saat de erken olduğu için sokaklar bomboştu. Zıpzıpımla Mardin’in en meşhur camisi Ulu Camiyi buluncaya kadar bayağı dolandık. Hatta camiyi bulup da çıkışı bulamayınca daha da zorlandık. Caminin hemen üstündeki sokaklarda uzun uzun sıra sıra dükkanlar var çıkışı bulmak tam bir yetenek. Yine de Venedikle yarışamaz Mardin. Her ne kadar dokuyu koruma konusunda Venedikle yarışabilmiş nadir şehirlerden olsa da, Venedik daha hoş kaybolma imkanları veriyor insana.  Bu arada sokaklar çok temiz değildi ve dikkatimizi çekti. Meğer sokaklar çok dar olduğu için ancak eşeklerle temizleniyormuş, bu da görüntü farkı yaratabiliyormuş. Ulu Cami’de her yerde olduğu gibi çocuklar peşimize takıldı, abla abla buranın hikayesini anlatalım mı diye. Yok dedik ama anlatmaya başladı biri, biz pek ilgilenmeyince de çekildi. Bu arada Ulu Cami en meşhur cami ama sıra sıra belli aralıklarla dizilmiş camilerin minare yapıları o kadar çok benziyor ki hangisi en meşhur cami anlaşılmıyor vallahi…
Karnımızın gurultuları bastırınca hemen otele dönüş, sıkı bir kahvaltı... ardından Mahmut Bey’in kardeşi Musa ile yolculuk başlayacak. T hala yatakta dönüyordu ama kaldırdık neyse ki..
Musa bizi ilk olarak Mor Gabriel ya da Deyrul Umur Manastırına götürüyor çünkü manastır akşam en geç 16.30’a kadar gezilebiliyor. Erkenden orayı halletmek gerek. Bu arada Musa’ya soruyorum “Musa ben buradaki manastırların isimlerine baktım hep mor ile başlıyor, bu nedir şimdi Urfa’daki aşiret modası gibi manastırlarda da mı renk modası var? Musa kıs kıs gülüyor.  Yok diyor, Arapça’da Mor aziz demek. Ama kabul edin aranızda kesin benim gibi düşünen parlak zekalı birkaç kişi vardır.



Manastır için önce Midyat’a varıyoruz, sonra biraz daha yolumuz var. Yollar yemyeşil, tarlalar meyve ağaçları ile dolu, çok güzel. Yemyeşil ağaçların arasından (zeytin, badem, asma, kiraz) tek başına kale gibi duran manastıra varıyoruz. Manastıra öyle elimizi kolunuzu sallaya sallaya giremiyoruz. Manastırda görevli olan ya da eğitim gören rahip adayları sizi grup grup alıp gezdiriyor ve bilgi veriyor. Manastırın tuvaletleri de tertemiz, rahibeler temizliyormuş. Gezilebilecek yerleri güzel güzel geziyoruz. Musa’nın dediğine göre Vatikan’dan sonra dünyanın 2nci büyük manastırında adımlarımızı atıyoruz, bakalım zıp zıp ne yapacak. Buranın sükûnetine sığınarak zıplamıyor sanırım, kayıtları bir incelemek gerek. Şimdi bizi gezdiren görevliden aldığım ve bana da ilginç gelip hala aklımda kalan bilgileri anlatma görevini bilgi görgü böcüğüne devrediyorum.





Bilgi Görgü Böcüğü: 300’lü yıllarında inşa edilen bu Süryani manastırının belli kısımları sonradan inşa edilmiş. Hala içinde aktif eğitim veriliyor. Eskiden tavanlar altın ve gümüş işlemeleri ile kaplıymış ancak Ankara Savaşında Timurlenk tavanlardaki hazineyi almak için iç kısımlarda büyük ateşler yakarak altın ve gümüşü eritmiş. Aynı durum daha sonra bahsedeceğim Deyrul Zafaran gibi diğer manastırlar için de geçerli.  Manastırda büyük bir mezar odası var, betonun altındaki 15 mezarda toplam 12000 din adamı yatıyormuş. Bir de manastırı başka bir rahip kurmuş (sanırım Samuel) ama Gabriel ile muhteşem yüzyıl yaşanınca manastırın ismi Gabriel’e kalmış.



Manastırın sarı taşları arasındaki turumuz bitince arabaya atlayıp Hasankeyf’e doğru yola koyulduk. Bu arada Musa habire telefonda buranın birçok yerlisi gibi Arapça konuşuyor. Önce bize garip gelip kendimizi vatan topraklarında hissetmesek de bu duruma, bir süre sonra alışmaya başladık.
Mardin Hasankeyf arası yollar da çok güzel. Hasankeyf’e yaklaştıkça hava da ısınmaya başladı. Zıp zıpın en çok eğlendiği ve kolunda çantayla mini trekking yaptığı Hasankeyf semalarını da bir sonraki yazıya bırakıyorum.

1 yorum: