16 Mayıs 2013 Perşembe

Sarı Mardin'den boz Hasankeyf'e, gümüş Midyat'a

Bu kadar mı zıplanır, olmaz ki canım, koleksiyon yapacakmış. O zıplayacak diye Hasankeyf’de zirve yaptık. Yanımızda bayrak olaydı da dikeydik keşke. Hoş bize her yeri anlatacağım diye sıcakta ter içinde kalan Selami (Şahin)  onu gaza getirdi, o ayrı bir konu. İlla sizi çıkaracağım tepelere, böyle manzara yok dedi. Bu tepeye 1000 bayandan ancak ikisi çıkmıştır dedi… bir gaz bir gaz. Yahu dağ tepe tırmanacağız diye gelmedik ki, hele ben yine az çok tesisatlıyım, T her zaman, ama zıp zıp o kadar değil.. ah ah.. Her yere spor gider bu sefer kolda çanta ile gelmiş akıllı bıdık. Neyse ki ayakkabısı az çok uygun da daracık kayaların arasından düşmeye yakın inip çıkarken kotarıyor.
 Selami (Şahin) kimdir derseniz. Orada öğrenci, harçlık çıkarmak için gelen turistleri gönüllerinden ne koparsa karşılığı gezdiriyor.  Gezdiriyor ama o mağaraya giriyor bu tepeye çıkıyor derken hiç durmadan da konuşup dolu dolu anlatmaya çalıştığı için ter içinde kalıyor. Selami’nin soyadı nedir bilmem ama gel arkadaş olalım adın nedir dedik “Selami, ama kesin unutursunuz önemli değil dedi.” “aa” dedim “unutur muyum hiç Selami Sahin’den hatırlarım seni”. Netekim tepelerde beynime fazla oksijen gidip, bacacıklarım yorgunluk emaresi gösterdiğinde bile hemen aklıma alıştım sana bir denem Selami Sahin geldi de mahcup olmadım.


Hasankeyf’in aşırı otantik pazarından geçtikten sonra girişi bedava ören yerine giriliyor. Yıkılıp yarım yarım kalmış köprüsüyle aklımıza hep kazınan ve sular altında kalması beklenen bu antik kentin bir kısmı daha önce ziyarete açık olmasına rağmen düşen taşlar yüzünden şu an ziyarete kapalı. Ama Selami inatçı, sizi dağların arasından çıkaracağım ve muhteşem bir manzaraya tanık olacaksınız diyor. 
Zamanında Urartu, Roma, Artuklulara mesken olmuş Hasankeyf’in mağaralarını, surlarını hem pıtır pıtır anlatıyor Selami hem de daracık kayaların arasından hızlı bir tırmanış gerçekleştiriyor.  Soluk soluğa tepeye çıkıyoruz ve karşı tepede aşağıdan gözükmeyen Hasankeyf’in yukarı yerleşiminin kalıntıları gözüyoruz. Aslında ben kahverengi nehire yarım yamalak eşlik eden köprü manzarası ile karşılaşacağımı düşünürken karşı tepedeki eski antik kent ile karşılaştık. Karşı taraf ziyarete kapalı iken biz mevsimin sarılı kırmızılı çiçekleri ile karşıyı doya doya seyrettik ama nefes nefese. İlahi Selami bizi dağ taş çıkarttın oralara neyse ki az buçuk deneyim var.


Yukarıdan minaresiz camiye baktık Selami bize alternatif efsanelerden kendi hoşuna en güzel geleni anlatırken.Bir zamanlar cami ustası varmış Hasankeyf’te… Çırağını yetiştirmiş, çırak da ekmek kazanmaya başlamış. Kendi aralarında bir müsabaka yapmışlar. Aynı anda cami minaresine başlamışlar. Usta rahat aman nasılsa bu çırak beni geçemez derken bir bakmış kendisi minarenin üstünü bitiremeden çırak çoktan minareyi bitirmiş. Gururu kırılan usta çırağı öldürmeye gitmiş ancak ustadan aldığı bilgilerle kendini geliştiren çırak o zamanın az yapılan bir minare modelini, hem inişli hem çıkışlı minareyi yapmış. Usta yukarıda çırağı görünce hızlı adımlarla çıkmaya başlamış minarenin merdivenlerini ama çırak öbür merdivenden çoktan aşağı inmiş. Çırağın minaresinin tepesine çıkıp çırağını tepede göremeyen usta ancak o zaman anlamış minarenin hem iniş hem çıkış merdiveni olduğunu. Artık ustalığının sona erdiğini kabul etmiş usta. Bunun üzerine Usta intihar eder çırağın minaresinden, böylece kendi minaresi de asla bitmez.
Boynuz kulağı geçmiş deyiminin minare ustası versiyonunu da dinledikten sonra o zorlu çıkışı gerisin geri gerçekleştirmek gerekiyor. Zıpzıp kaya inişine hiç de uygun olmayan yandan kol çantasıyla tıkır tıkır inerken biz de eller kollar boş hoplayıp zıplayarak iniyoruz.


Selami bize her ayrıntıyı anlatacak ama azmetti, zaten tepeye çıkararak da bir azim sergilemişti, şimdi de köprünün ayağındaki figürler, caminin girişindeki figürlerdeki gizli Allah’ın isimleri derken bizi oradan oraya sürükledi. Arada zıpzıp molası da verince artık karnımız acıktı yahu… Ne yiyeceğiz. Hem de tepenin efil efil havası aşağıda yerini boğuk sıcak ve bol kızartma kokulu bir havaya bıraktı. Musa dedi ben size en iyisi Midyat’ta yemek yedireyim. Hem oranın yöresel yemeklerini yersiniz dedi. Oley,, hiç kızartma yiyesim yok zaten. Midyat yaklaşık 1 saat, dayanırız. Selami ile vedalaştıktan sonra belki bir daha hiçbir zaman suların altında kalacağı için göremeyeceğimiz Hasankeyf ile vedalaştık. Yaptığımız mini tırmanış ve trekkingten sonra adrenalini ile fazla mutluluk hormonu salgılayan zıp zıp bile açlığını çok dillendirmiyordu.
Yine de gözlerimiz Midyat levhasını arıyordu. Musa bizi yeni açılan Damaktadı adlı bir restauranta götürdü. Ben hemen fotoğraflarda göreceğiniz Midyat tabağına yapıştım. Tabağın bir kısmı seçmece tabi ki… yemek o kadar doyurucuydu ki, akşama yemek yiyecek halim kalmadı. Hoş o benim kapasitemden. Gecenin ilerleyen saatlerinden zıpzıp ben sizle gezsem zayıflarım diyerek ne kadar midemizi tasarruflu kullandığımızı belirtti.
Neyse gelelim Mardin, Midyat yemeklerine. Genelde bu civarda et yemekleri meşhur. Kaburga dolması, Semsubek (çiğ böreğe benzer bir börek), İrok (içli köfte), Fırkiye (Bademli sıcak bir yemek, bademler ilk çıktığında nisan gibi yapılıyormuş) meşhur yemeklerinden bazıları. Doğu ve Güney doğu anadolunun her karışında olduğu gibi et çok önemli buralarda da.

Gelelim benim Mardin tabağıma. Bu tabakta seçmeli aldığım patlıcanlı güveç ve bademli iç pilava bayıldım. Hatta pilava tek geçerim. Hem öyle iç pilav gibi tatlı değil, kıvamı çok iyiydi. Hem de bademler çok yakışmıştı. İrok tanıdığım bir tat olup farklı gelmezken Semsubekiyi çok sevmedim. Çiğ börek gibi kıtır kıtır değildi.  Bence bademli iç pilavın tadına mutlaka bakılmalı oralara gidilirse, sanırım mevsim itibariyle şanslıydık bademler fıkır fıkır yeni çıkmışlardı çünkü.
Karnımız tok kendimizi attık meşhur Midyat konukevine. Birçok dizi çekilmiş bu konakta. Sanırım ben bir tek Sıla dizisini biliyorum. Konakta üst katlara çıktıkça sarı sarı evleri, kiliseleri, çan kuleleri ile muhteşem bir Midyat manzarası karşımıza çıkıyor. Akşam saatlerinde çanlar çalmaya başlıyor. Bir Türk memleketinde alışkın olmadığımız kadar çan sesi, belki de Ankara’da hiç duymadığım çan sesleri.


Midyat çok güzeldi, ama arabaya binerken çocukların uyanık hareketleri beni biraz rahatsız etti. Mardin, Midyat fotoğraflarını görmüşsünüzdür, genelde doğallıkları ve sevimlilikleri ile gönüllerde taht kurabilecek çocuklar vardır fotoğraflarda, sanki Türkiye’nin en çok çoğalan bölgesi gibi. Ama bu güzellik çocukların her şeyden para istemesiyle bozulmuş. Merhaba diyorsun bahşiş ver diyorlar, hemen senin yabancı olduğunu anlayınca başına üşüşüp para istiyorlar. Bir de hemen hepimize 1er lira diye ekliyorlar. Tabii ki çocuk diyorsun, Türkiye koşullarını düşünüyorsun anlamaya çalışıyorsun ama bu durumun alışkanlık haline gelmesi çok rahatsız edici. Hatta son günlerde çok zevkle dinlediğim Sertab Erener’in Dım Dım parçasının klibinin Dara Köyünde çekildiğini öğrenip hem köyü hem de antik kenti gezecek zamanımız kalmayınca üzülmüştük. Sonra çocukların bu tavırlarını görünce üzüntümüz azaldı, artık çocuklar klipte de gözüktüler kesin 1 lira onları kesmez, kim bilir ne para isterler diye. Hem de Sertab’ın her karesine bayıldığım(en çok kendi kendine dans eden poşulu amcaya bayılıyorum) çocuklarına ayrıca bayıldığım klibe daha bir farklı baktım. Sanırım klip ekibi tüm sermayeyi çocuklara yüklemiştir. Klipte en çok gözüken çocuğun tarifesi de bayağı yüksektir sanırım. Ah çocuklar ahh,, zıpzıptan 1er lira kopardılar. Zıpzıpın dayanamayıp para vermeye başladığını gören artçı ekip de koşarak yaklaşırken olaya Musa müdahale etti de kıvrak bir araba hareketiyle devlet konağının hemen yanındaki dar sokaklardan fırladık. Ah çocuklar belki böyle açgözlü davranmasanız gezmeye can attığımız sokakları daha rahat gezerdik.
Kendimizi Midyat’ın meşhur telkâri işçiliği ürünleri satan gümüşçülerde bulduk. Emek emek ince ince işlenmiş Telkari ürünlerini en iyi ve en ucuz bulunabileceği yermiş bu Midyat çarşısı. Gümüşe ilgisi olanlara duyurulur.
Artık güneş batmaya başladı. Musa bizi yaklaşık 1 saat uzaklıktaki Mardindeki şu an restorasyonda olan Postanenin hemen karşısındaki Mezopotamya manzaralı çay bahçesine bıraktı. Badem şekeri almamızı da önererek. Mardin’in çok güzel badem şekerleri var. Gri taş gibi olanlara Hayal et deniyor. Şeklinden mi renginden mi bilemedim bu ismi nereden almış badem şekerleri. Sormayı unuttum ertesi gün gidip tekrar aldığım şekerlerin sahibi Musa’nın da önerdiği Alkanoğlu kuruyemişçiliğe. Hem de oradan aldığım Urfa fıstıkları da çok lezzetliydi ve hepsi kafadan çatlaktı.

Çay bahçesinde kafadan çatlaklar, süper lezzetli badem şekerleri yiyip gayet başarılı menengüç kahvesi içerken gece sanki denizmiş gibi gözüken Mezopotamya ovasına karşı seyre daldık .
Bu arada Mardin’de sabunculuk çok gelişmiş. Her türlü sabun var; İnci tozu, memengüç, badem, yosun, keçi sütü ,bıttım herşey var. Gece sampuansızlıktan saçına sürdüğü keçi sütü sabunu sayesinde sabah ahenkle dans eden saçlarla aramıza katılan zıpzıpı görünce, sabah sabun dükkanına bir daha uğramak ihtiyacı duydum.
Zaten eski Mardin de tek bir cadde var. Sabuncular, kuruyemişçiler, restaurantlar, Süryani şarapçıları, hepsi hepsi aynı caddede… Kısacası Mardin’de kaybolsanız da yollar aynı caddeye çıkar..

1 yorum: