Bu kadar mı zıplanır, olmaz ki canım, koleksiyon yapacakmış.
O zıplayacak diye Hasankeyf’de zirve yaptık. Yanımızda bayrak olaydı da
dikeydik keşke. Hoş bize her yeri anlatacağım diye sıcakta ter içinde kalan
Selami (Şahin) onu gaza getirdi, o ayrı bir konu. İlla
sizi çıkaracağım tepelere, böyle manzara yok dedi. Bu tepeye 1000 bayandan
ancak ikisi çıkmıştır dedi… bir gaz bir gaz. Yahu dağ tepe tırmanacağız diye
gelmedik ki, hele ben yine az çok tesisatlıyım, T her zaman, ama zıp zıp o
kadar değil.. ah ah.. Her yere spor gider bu sefer kolda çanta ile gelmiş akıllı
bıdık. Neyse ki ayakkabısı az çok uygun da daracık kayaların arasından düşmeye
yakın inip çıkarken kotarıyor.
Selami (Şahin) kimdir
derseniz. Orada öğrenci, harçlık çıkarmak için gelen turistleri gönüllerinden ne
koparsa karşılığı gezdiriyor. Gezdiriyor
ama o mağaraya giriyor bu tepeye çıkıyor derken hiç durmadan da konuşup dolu
dolu anlatmaya çalıştığı için ter içinde kalıyor. Selami’nin soyadı nedir bilmem
ama gel arkadaş olalım adın nedir dedik “Selami, ama kesin unutursunuz önemli
değil dedi.” “aa” dedim “unutur muyum hiç Selami Sahin’den hatırlarım seni”.
Netekim tepelerde beynime fazla oksijen gidip, bacacıklarım yorgunluk emaresi
gösterdiğinde bile hemen aklıma alıştım sana bir denem Selami Sahin geldi de
mahcup olmadım.
Hasankeyf’in aşırı otantik pazarından geçtikten sonra girişi
bedava ören yerine giriliyor. Yıkılıp yarım yarım kalmış köprüsüyle aklımıza
hep kazınan ve sular altında kalması beklenen bu antik kentin bir kısmı daha
önce ziyarete açık olmasına rağmen düşen taşlar yüzünden şu an ziyarete kapalı.
Ama Selami inatçı, sizi dağların arasından çıkaracağım ve muhteşem bir
manzaraya tanık olacaksınız diyor.
Zamanında Urartu, Roma, Artuklulara mesken olmuş
Hasankeyf’in mağaralarını, surlarını hem pıtır pıtır anlatıyor Selami hem de
daracık kayaların arasından hızlı bir tırmanış gerçekleştiriyor. Soluk soluğa tepeye çıkıyoruz ve karşı tepede
aşağıdan gözükmeyen Hasankeyf’in yukarı yerleşiminin kalıntıları gözüyoruz. Aslında
ben kahverengi nehire yarım yamalak eşlik eden köprü manzarası ile karşılaşacağımı
düşünürken karşı tepedeki eski antik kent ile karşılaştık. Karşı taraf ziyarete
kapalı iken biz mevsimin sarılı kırmızılı çiçekleri ile karşıyı doya doya
seyrettik ama nefes nefese. İlahi Selami bizi dağ taş çıkarttın oralara neyse
ki az buçuk deneyim var.
Yukarıdan minaresiz camiye baktık Selami bize alternatif
efsanelerden kendi hoşuna en güzel geleni anlatırken.Bir zamanlar cami ustası varmış Hasankeyf’te… Çırağını
yetiştirmiş, çırak da ekmek kazanmaya başlamış. Kendi aralarında bir müsabaka
yapmışlar. Aynı anda cami minaresine başlamışlar. Usta rahat aman nasılsa bu
çırak beni geçemez derken bir bakmış kendisi minarenin üstünü bitiremeden çırak
çoktan minareyi bitirmiş. Gururu kırılan usta çırağı öldürmeye gitmiş ancak
ustadan aldığı bilgilerle kendini geliştiren çırak o zamanın az yapılan bir
minare modelini, hem inişli hem çıkışlı minareyi yapmış. Usta yukarıda çırağı
görünce hızlı adımlarla çıkmaya başlamış minarenin merdivenlerini ama çırak
öbür merdivenden çoktan aşağı inmiş. Çırağın minaresinin tepesine çıkıp çırağını
tepede göremeyen usta ancak o zaman anlamış minarenin hem iniş hem çıkış
merdiveni olduğunu. Artık ustalığının sona erdiğini kabul etmiş usta. Bunun üzerine Usta intihar eder çırağın
minaresinden, böylece kendi minaresi de asla bitmez.
Boynuz kulağı geçmiş deyiminin minare ustası versiyonunu da
dinledikten sonra o zorlu çıkışı gerisin geri gerçekleştirmek gerekiyor. Zıpzıp
kaya inişine hiç de uygun olmayan yandan kol çantasıyla tıkır tıkır inerken biz
de eller kollar boş hoplayıp zıplayarak iniyoruz.
Selami bize her ayrıntıyı anlatacak ama azmetti, zaten
tepeye çıkararak da bir azim sergilemişti, şimdi de köprünün ayağındaki
figürler, caminin girişindeki figürlerdeki gizli Allah’ın isimleri derken bizi
oradan oraya sürükledi. Arada zıpzıp molası da verince artık karnımız acıktı
yahu… Ne yiyeceğiz. Hem de tepenin efil efil havası aşağıda yerini boğuk sıcak
ve bol kızartma kokulu bir havaya bıraktı. Musa dedi ben size en iyisi
Midyat’ta yemek yedireyim. Hem oranın yöresel yemeklerini yersiniz dedi. Oley,,
hiç kızartma yiyesim yok zaten. Midyat yaklaşık 1 saat, dayanırız. Selami ile
vedalaştıktan sonra belki bir daha hiçbir zaman suların altında kalacağı için
göremeyeceğimiz Hasankeyf ile vedalaştık. Yaptığımız mini tırmanış ve
trekkingten sonra adrenalini ile fazla mutluluk hormonu salgılayan zıp zıp bile
açlığını çok dillendirmiyordu.
Yine de gözlerimiz Midyat levhasını arıyordu. Musa bizi yeni
açılan Damaktadı adlı bir restauranta götürdü. Ben hemen fotoğraflarda
göreceğiniz Midyat tabağına yapıştım. Tabağın bir kısmı seçmece tabi ki… yemek
o kadar doyurucuydu ki, akşama yemek yiyecek halim kalmadı. Hoş o benim
kapasitemden. Gecenin ilerleyen saatlerinden zıpzıp ben sizle gezsem zayıflarım
diyerek ne kadar midemizi tasarruflu kullandığımızı belirtti.
Neyse gelelim Mardin, Midyat yemeklerine. Genelde bu civarda
et yemekleri meşhur. Kaburga dolması, Semsubek (çiğ böreğe benzer bir börek), İrok
(içli köfte), Fırkiye (Bademli sıcak bir yemek, bademler ilk çıktığında nisan
gibi yapılıyormuş) meşhur yemeklerinden bazıları. Doğu ve Güney doğu anadolunun
her karışında olduğu gibi et çok önemli buralarda da.
Gelelim benim Mardin tabağıma. Bu tabakta seçmeli aldığım
patlıcanlı güveç ve bademli iç pilava bayıldım. Hatta pilava tek geçerim. Hem öyle
iç pilav gibi tatlı değil, kıvamı çok iyiydi. Hem de bademler çok yakışmıştı.
İrok tanıdığım bir tat olup farklı gelmezken Semsubekiyi çok sevmedim. Çiğ börek
gibi kıtır kıtır değildi. Bence bademli
iç pilavın tadına mutlaka bakılmalı oralara gidilirse, sanırım mevsim
itibariyle şanslıydık bademler fıkır fıkır yeni çıkmışlardı çünkü.
Karnımız tok kendimizi attık meşhur Midyat konukevine. Birçok
dizi çekilmiş bu konakta. Sanırım ben bir tek Sıla dizisini biliyorum. Konakta
üst katlara çıktıkça sarı sarı evleri, kiliseleri, çan kuleleri ile muhteşem
bir Midyat manzarası karşımıza çıkıyor. Akşam saatlerinde çanlar çalmaya
başlıyor. Bir Türk memleketinde alışkın olmadığımız kadar çan sesi, belki de
Ankara’da hiç duymadığım çan sesleri.
Midyat çok güzeldi, ama arabaya binerken çocukların uyanık
hareketleri beni biraz rahatsız etti. Mardin, Midyat fotoğraflarını
görmüşsünüzdür, genelde doğallıkları ve sevimlilikleri ile gönüllerde taht
kurabilecek çocuklar vardır fotoğraflarda, sanki Türkiye’nin en çok çoğalan
bölgesi gibi. Ama bu güzellik çocukların her şeyden para istemesiyle bozulmuş.
Merhaba diyorsun bahşiş ver diyorlar, hemen senin yabancı olduğunu anlayınca
başına üşüşüp para istiyorlar. Bir de hemen hepimize 1er lira diye ekliyorlar.
Tabii ki çocuk diyorsun, Türkiye koşullarını düşünüyorsun anlamaya çalışıyorsun
ama bu durumun alışkanlık haline gelmesi çok rahatsız edici. Hatta son günlerde
çok zevkle dinlediğim Sertab Erener’in Dım Dım parçasının klibinin Dara Köyünde
çekildiğini öğrenip hem köyü hem de antik kenti gezecek zamanımız kalmayınca
üzülmüştük. Sonra çocukların bu tavırlarını görünce üzüntümüz azaldı, artık
çocuklar klipte de gözüktüler kesin 1 lira onları kesmez, kim bilir ne para
isterler diye. Hem de Sertab’ın her karesine bayıldığım(en çok kendi kendine
dans eden poşulu amcaya bayılıyorum) çocuklarına ayrıca bayıldığım klibe daha bir
farklı baktım. Sanırım klip ekibi tüm sermayeyi çocuklara yüklemiştir. Klipte
en çok gözüken çocuğun tarifesi de bayağı yüksektir sanırım. Ah çocuklar ahh,,
zıpzıptan 1er lira kopardılar. Zıpzıpın dayanamayıp para vermeye başladığını
gören artçı ekip de koşarak yaklaşırken olaya Musa müdahale etti de kıvrak bir
araba hareketiyle devlet konağının hemen yanındaki dar sokaklardan fırladık. Ah
çocuklar belki böyle açgözlü davranmasanız gezmeye can attığımız sokakları daha
rahat gezerdik.
Kendimizi Midyat’ın meşhur telkâri işçiliği ürünleri satan
gümüşçülerde bulduk. Emek emek ince ince işlenmiş Telkari ürünlerini en iyi ve
en ucuz bulunabileceği yermiş bu Midyat çarşısı. Gümüşe ilgisi olanlara
duyurulur.
Artık güneş batmaya başladı. Musa bizi yaklaşık 1 saat
uzaklıktaki Mardindeki şu an restorasyonda olan Postanenin hemen karşısındaki
Mezopotamya manzaralı çay bahçesine bıraktı. Badem şekeri almamızı da önererek.
Mardin’in çok güzel badem şekerleri var. Gri taş gibi olanlara Hayal et
deniyor. Şeklinden mi renginden mi bilemedim bu ismi nereden almış badem
şekerleri. Sormayı unuttum ertesi gün gidip tekrar aldığım şekerlerin sahibi
Musa’nın da önerdiği Alkanoğlu kuruyemişçiliğe. Hem de oradan aldığım Urfa fıstıkları
da çok lezzetliydi ve hepsi kafadan çatlaktı.
Çay bahçesinde kafadan çatlaklar, süper lezzetli badem
şekerleri yiyip gayet başarılı menengüç kahvesi içerken gece sanki denizmiş
gibi gözüken Mezopotamya ovasına karşı seyre daldık .
Bu arada Mardin’de sabunculuk çok gelişmiş. Her türlü sabun
var; İnci tozu, memengüç, badem, yosun, keçi sütü ,bıttım herşey var. Gece
sampuansızlıktan saçına sürdüğü keçi sütü sabunu sayesinde sabah ahenkle dans
eden saçlarla aramıza katılan zıpzıpı görünce, sabah sabun dükkanına bir daha
uğramak ihtiyacı duydum.
Zaten eski Mardin de tek bir cadde var. Sabuncular,
kuruyemişçiler, restaurantlar, Süryani şarapçıları, hepsi hepsi aynı caddede…
Kısacası Mardin’de kaybolsanız da yollar aynı caddeye çıkar..
Ne güzel bir geziydi :)
YanıtlaSil