Bol oksijene günaydın… Mehtap pansiyonun havasının sabahın dingin
manzarası ile daha da lezzetlendirdiği dolu dolu kahvaltıyı da mideye indirdik.
T mızmızlanıyor, dün Üçağız’dan gelirken yürüdüğümüz yolu yine yürüyecek miyiz
diye? Hava yine günün erken saatleri
olmasına rağmen aşırı sıcak, bunaltıcı.
Pansiyondakiler biz sizi tekne ile bırakalım diyorlar Üçağız’a… Kimseden itiraz
çıkmıyor… Zıpzıp’tan bile. Uyumlu Zıpzıp… Rotamızın Simena-Üçağız kısmını tekne ile
atlatacağımıza göre, genelde düz bir rota olan Üçağız-Aperlae arası. Hemen Mehtap pansiyonun dibinden aşağı sahile
iniyoruz, tekne ile efil efil giderken sahiplerinin otlasın diye bıraktığı tekne
ile gelip sütlerini alıp, beslediği keçilerin krallıkları olan kayalıkların
arasından geçerek Üçağız’a gidiyoruz. Hemen teknelerin yanındaki marketten soğuk su
ihtiyaçlarımızı da karşıladıktan sonra hadi bakalım Likya Yolu… Tam Likya
yoluna gireceğiz günlük kano hazırlıklarını yapan ekip yerdeki sıcaktan
bayılmış miskin miskin yatan köpeği (Reco) göstererek “O köpek Likya yolundan
geldi, onu da götürsenize” diyorlar. Hadi kalk gidiyoruz dedik, itiraz etmiyor Reco,, bizimle gün boyu yürüyor, bize
arkadaşlık yapıyor. Bir önceki gün yolumuzu şaşırmanın etkisiyle dakika dakika
akıllı telefonlardan yol takibi yapıyoruz ama bir süre sonra hiç ihtiyaç
kalmıyor çünkü yanımızda Likya Yollarında rehberlik yapan diğer köpekler gibi
yanımızdan bir saniye ayrılmayan rehber köpek Reco var. Reco’ya ismini ben
takıyorum. İlk başta itirazlar olsa da, meclisten geçiyor, hepimiz bu ismi
seviyoruz. Çünkü ismin ilk hecesi Rehber’den ikincisi de samimi bulduğum yabancı
bir isim olan Jo’dan geliyor.
Yola koyulmaya başlıyoruz, önden Reco biz arkadan deniz
kenarındaki kayalıkların hemen üstünde devam etmekte olan yoldan çalılıkların
arasından geçe geçe yaklaşık 3 km gidiyoruz. Bazen çalılar ayaklarımızı çizmeye
başlıyor, hava çok sıcak olmasına rağmen şort lüksünden vazgeçip, hepimiz
paçalarımızı takıyoruz. Bazen de yol da boşluklar oluyor, oralardan hoplayıp zıplıyoruz.
Her bir taşı, kayalığı adı gibi bilen Reco ise önden önden gidiyor, arada bize
bakıyor, bizi bekliyor. Baktı geri kalıyoruz, hemen kendine göre bir gölgede 2
dakika dinleniyor, biz gelince de zıpkın gibi ayağa kalkıyor. Ne uyumlu köpek
Reco? Ne yapsın bekleyecek Reco, Zıpzıp bu Zıpzıplı karakterine hiç uymazcasına
azıcık yokuş çıksın inmek için el arıyor. Yavaş yavaş, sıcakta kavrula kavrula
deniz kenarındaki Üçağız manzaralı
yolumuzu tamamlıyoruz... Tam şöyle geniş
bir yer bulunca hemen kumanyalar fora, hem bu sefer Reco da bize misafir.
Deniz kenarındaki yolculuk bitince de yol tamamen değişmeye
başlıyor… Kırmızı toprağın serseri kayalıklarla buluştuğu yolda devam ediyoruz.
Önce tatlı bir yokuşu tırmanıyoruz. Yollar genişlediği için bacaklarımızı
paçalardan kurtarabiliriz ama nispeten ağaçlar arasında gölgeden yürümeye başladığımız
için buna gerek duymuyoruz. Bir ara
oldukça büyük bir arazide işaretsiz kalıyor ama oradan yürümeye devam edince
tekrar işaretlere kavuşuyoruz. Zaten yanımızda Reco da var, mümkün mü kaybolmak? Bir süre sonra iniş başlıyor. Çok zevkli bir
yol Üçağız Aperlae arası, nispeten oldukça da kolay ve kısa. Bizi
zorlayan sadece sıcaklar. Hem de inanılmaz zorlamakta. Reco bile T’nin
kendisine verdiği suları lıkır lıkır içerek sıcağın onu bile ne kadar
zorladığını gösteriyor bize. Yokuşu inmeye başlıyoruz önce. Ve deniz gözüküyor. Karşımıza teknelerin kalktığı ve bir restoranın
bulunduğu bir rıhtım çıkıyor. Biz de yola sağdan devam ediyoruz. Küçük bir
yokuş ve inişten sonra önümüzde 2 dağ arası kalmış bakir uzun, geniş bir yol
çıkıyor. Sahipleri de yabani inekler. İneklerden zarar gelir mi demeyin?
Uzaktan gözüken sahile yaklaştıkça ineklerin de sayısı artmaya başlıyor. İnek
sürüsünün içine doğru yürüyen biz ise korkusuzca kakara kikiki yolumuza devam
ediyoruz ki, Zıpzıp ”şimdi bu inekler bize saldırmasın” diyene kadar. Ben kahkaha atıyor “hiç inek hiç saldırır mı,
korkma “ diyorum. Birkaç dakika sonra
ineklerden kaçarak koşarken ise bu ettiğim lafa, üstümdeki kırmızı t-shirte,
t’nin kırmızı çantasına ve yanımızda hali hazırda olmayan ineksavar
programlarına küfrediyorum. O an nasıl tanımlanır bilemiyorum. Önce bir ineğin
kafası bize doğru dönüyor sonra teker teker diğerleri…. O iri ayaklar bize
doğru topluca ilerlemeye başlıyor hem de oldukça hızlı bir şekilde. İneklerin
ayak sesleri yerde gümbür gümbür sesler çıkartırken T çantasını t-shirtle
kapatmaya çalışıyor bir yanda arkasına bakmadan koşuyor. En arka safları
oluşturan ben ise Zıpzıp’a yetişmeye çalışıyor bir yandan da “anamm anmmmmaaamm
kaçıınn vahşi inekler geliyor” diye bağırıyorum. Allahtan Reco arada havlıyor
da inekler biraz yavaşlıyor. Yoksa daha Aperlae’ye gelemeden püre olma
ihtimalimiz var. Koştukça sahile yaklaşıyoruz. İzmir’de denize dökülen Yunan
askeri gibi, ineklerde bizi Aperlae sahiline dökecekti ki, sahile
ulaşıyoruz. Buradaki tek tesis Purple House’takiler bize” bu taraftan” diye
bağırıyorlar. Biz Purple House’ın hemen yanındaki terk edilmiş evin çöplüğe
dönüşmüş deniz kenarından yavaş yavaş öbür tarafa geçiyoruz. Kimsenin öbür
tarafa çıkarak daha yeni paçaları kurtardığımız ineklerle yüzleşmeye niyeti yok.
Sonra Purple House’taki Rıza’dan öğreniyoruz ki, o pislikler bir şekilde oraya
dolmuş, temizleyememişler.
Biz de tavukların ve Rıza’nın sevimli mi sevimli oğlunun karşıladığı
Purple House’a adım atıyoruz. Sıcaktan mı, final çizgisine az kala yaşadığımız
İnek macerasından mı bilinmez, çok uzun bir rota gitmiş olmamamıza rağmen çok
yorgunuz. Kendimizi hemen batık şehirde şnorkelle maceralara atmak istiyoruz. Rıza
bize 2 oda alternatifi sunuyor. Bir dağdan deniz manzaralı çok şık küçük bir bungalow
oda ve taş evde bir oda. Biz kızlar hemen bungalowu kapıyoruz, ama beyler bizi
çok kıskanıyorlar. Tamam diyoruz bir yatak daha atalım yere, beyler yerde
yatsın… nasılsa aynı macerayı Mehtap pansiyonda da yaşadık. Hem böylece
Rıza’nın bizi gece burada domuz sesi olur ama domuzlar buraya kadar inmez diye
tedirgin etmesine karşılık bir erkeklerle bir tampon bölge oluşturmamız iyi
olur. Bu arada Purple House’tan bahsetmek gerekirse, Aperlae’de
konaklamak isterseniz tek kalabileceğiniz yer burası. Ulaşım sadece tekne ya da
yürüyüşle oluyor. Geniş bir mekana yayılmış Purple House’ın hemen yanındaki
yoldan giderek depremler sonucu su altında kalmış batık şehiri barındıran
sahiline varılıyor. Yanınızda olmamasına karşı Rıza size Şnorkel verebiliyor.
Elektrik ve suyun da bulunmadığı odalarda sifon ve duş için yağmur suyu
kullanılıyor, ama o da kısıtlı. Şırıl şırıl duş almak isterim ben illaki
derseniz işler zor. Akşam yemeği ise Rıza’nın eşinin ellerinden…
Bu arada Aperlae ve çevresindeki antik kentte çok kalıntı var
ama turizm açısından çok ilgi çekmiyor. Ulaşımın zor olması nedenlerden biri
olabilir. Rıza’nın dediğine göre her sene Amerikalı bir ekip gelip araştırma
yapıyormuş, bölge üzerine birkaç tane İngilizce makale bulunmakta.
Yatak konusunda pazarlıklar bittikten sonra, kendimizi Aperlae’nin
soğuk sularına atma zamanı. Akşam üstü olması ve tepelerin gölgesi düşmesi
nedeniyle oldukça serin olan suya cup cup atlıyoruz. Açıldıkça batık şehrin
kalıntıları üzerinde yüzmeye başlıyoruz ama ben maalesef deniz gözlüğü olayını
bir türlü başaramadığım için yalan söyleyemeyeceğim pek birşey göremiyorum. Ama
tepeler o kadar çok kalıntıya sahip ki, onlara bakmak bile yetiyor.
Özgün yağmur suyu ile soğuk duş, biz kızlar ısıtılmış su ile
ortalıktaki duşta yarım yamalak duş alırken, paşamız T duş almamayı tercih
ediyor. Niyeymiş.? sivrisineklerden korunacakmış. Simena’da test etmiş
sineksavar programını beğenmemiş… heyyytt… akşam güneşinde saçlarımızı
kuruturken ortalıklarda gözükmeyen T’den bir telefon…”Purple Hose’tan tepeleRe
çıkın.. Likya yolu devam ediyor, burası çok güzel” amanın hemen o zaman
keşfetmeye fırlıyoruz. Ama bu sefer sıcakta ayaklarımızı bunaltan trekking ayakkabıları
değil, terlik sandaletleri eşofmanları çekiyor, Zıpzıp ile başlıyoruz tepeyi tırmanmaya. Akşamüstü bir sahil gezisi modunda takılırken
gerçekten antik bir yoldan yürüdüğümüzü kanıtlarcasına har tarafta kalıntılarla
karşılaşıyoruz. Yol havanın serinliği ile de bütünleşircesine o kadar güzel
görünüyor ki gözümüze pıtır pıtır tırmanıyoruz. Taa ki bir anda Zıpzıpın heyecanlı sesine
kadar.. “ ilerde domuz var,koş” “hadi ya” … bu kısa konuşmadan sonra çıktığımız
yokuşu gümbür gümbür inmeye başlıyoruz. Her bir yokuşun inişinde bir el isteyen
ve yukarı tırmanırken şimdi kendisine el vermekten bayağı yavaş ineriz diye
düşündüğüm zıpzıp yuvarlanan taşları koşa koşa inmez mi? Hem de arkasına bakıp
gördüğü şeyin domuz olduğunu arada sorgulayarak. İniyoruz iniyoruz
kulaklarımızda bir böğürtü… şaşırıyorum bir yandan da yaban domuzu olsa şimdiye
bizi uçurmuştu diye. Tam en aşağıya iniyoruz ki Zıpzıp arkaya bakıp karaltının
domuz değil asi bir inek olduğunu fark ediyor. Olsun ya inek de tehlikeli bizim
için birkaç saat önce yaşadıklarımız düşünürsek. Önce bir kahkaha sonra da
ineğe de yakalanmayalım diye Purple House’a iniyoruz bir yandan da Zıpzıp’ın
jet hızıyla yokuş inişine gülerek.
İyice üzerimize çöken yorgunluk ve açlığı yemek ve ateş
başında çay ile dindirdikten sonra,,, dağ odamıza doğru gitme zamanı.. biz
kızlar hemen juuup rahat yatağa, illa yanımızda kalacağız diye itiraz eden beyler
de yer yatağında yerlerini alsınlar…İki yanı camla kaplı oda da yatağımızda
yatarken sanki yıldızların altında yatıyoruz……
Bir sonraki macera, ertesi gün gerçekleşen Kano macerası…
Ama önce tertemiz sabah havası..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder