29 Temmuz 2013 Pazartesi

Hoppidi Hoppidi Likya Yolu, Üçağız-Aperlea arası son sürat


Bol oksijene günaydın…  Mehtap pansiyonun havasının sabahın dingin manzarası ile daha da lezzetlendirdiği dolu dolu kahvaltıyı da mideye indirdik. T mızmızlanıyor, dün Üçağız’dan gelirken yürüdüğümüz yolu yine yürüyecek miyiz diye?  Hava yine günün erken saatleri olmasına rağmen aşırı sıcak,  bunaltıcı. Pansiyondakiler biz sizi tekne ile bırakalım diyorlar Üçağız’a… Kimseden itiraz çıkmıyor…  Zıpzıp’tan bile. Uyumlu Zıpzıp…  Rotamızın Simena-Üçağız kısmını tekne ile atlatacağımıza göre, genelde düz bir rota olan Üçağız-Aperlae arası. Hemen Mehtap pansiyonun dibinden aşağı sahile iniyoruz, tekne ile efil efil giderken sahiplerinin otlasın diye bıraktığı tekne ile gelip sütlerini alıp, beslediği keçilerin krallıkları olan kayalıkların arasından geçerek Üçağız’a gidiyoruz.  Hemen teknelerin yanındaki marketten soğuk su ihtiyaçlarımızı da karşıladıktan sonra hadi bakalım Likya Yolu… Tam Likya yoluna gireceğiz günlük kano hazırlıklarını yapan ekip yerdeki sıcaktan bayılmış miskin miskin yatan köpeği (Reco) göstererek “O köpek Likya yolundan geldi, onu da götürsenize” diyorlar. Hadi kalk gidiyoruz dedik, itiraz  etmiyor Reco,, bizimle gün boyu yürüyor, bize arkadaşlık yapıyor. Bir önceki gün yolumuzu şaşırmanın etkisiyle dakika dakika akıllı telefonlardan yol takibi yapıyoruz ama bir süre sonra hiç ihtiyaç kalmıyor çünkü yanımızda Likya Yollarında rehberlik yapan diğer köpekler gibi yanımızdan bir saniye ayrılmayan rehber köpek Reco var. Reco’ya ismini ben takıyorum. İlk başta itirazlar olsa da, meclisten geçiyor, hepimiz bu ismi seviyoruz. Çünkü ismin ilk hecesi Rehber’den ikincisi de samimi bulduğum yabancı bir isim olan Jo’dan geliyor.








Yola koyulmaya başlıyoruz, önden Reco biz arkadan deniz kenarındaki kayalıkların hemen üstünde devam etmekte olan yoldan çalılıkların arasından geçe geçe yaklaşık 3 km gidiyoruz. Bazen çalılar ayaklarımızı çizmeye başlıyor, hava çok sıcak olmasına rağmen şort lüksünden vazgeçip, hepimiz paçalarımızı takıyoruz. Bazen de yol da boşluklar oluyor, oralardan hoplayıp zıplıyoruz. Her bir taşı, kayalığı adı gibi bilen Reco ise önden önden gidiyor, arada bize bakıyor, bizi bekliyor. Baktı geri kalıyoruz, hemen kendine göre bir gölgede 2 dakika dinleniyor, biz gelince de zıpkın gibi ayağa kalkıyor. Ne uyumlu köpek Reco? Ne yapsın bekleyecek Reco, Zıpzıp bu Zıpzıplı karakterine hiç uymazcasına azıcık yokuş çıksın inmek için el arıyor. Yavaş yavaş, sıcakta kavrula kavrula deniz kenarındaki  Üçağız manzaralı yolumuzu tamamlıyoruz...  Tam şöyle geniş bir yer bulunca hemen kumanyalar fora, hem bu sefer Reco da bize misafir.



Deniz kenarındaki yolculuk bitince de yol tamamen değişmeye başlıyor… Kırmızı toprağın serseri kayalıklarla buluştuğu yolda devam ediyoruz. Önce tatlı bir yokuşu tırmanıyoruz. Yollar genişlediği için bacaklarımızı paçalardan kurtarabiliriz ama nispeten ağaçlar arasında gölgeden yürümeye başladığımız için buna gerek duymuyoruz.  Bir ara oldukça büyük bir arazide işaretsiz kalıyor ama oradan yürümeye devam edince tekrar işaretlere kavuşuyoruz. Zaten yanımızda Reco da var, mümkün mü kaybolmak?  Bir süre sonra iniş başlıyor. Çok zevkli bir yol Üçağız Aperlae arası, nispeten oldukça da kolay ve kısa. Bizi zorlayan sadece sıcaklar. Hem de inanılmaz zorlamakta. Reco bile T’nin kendisine verdiği suları lıkır lıkır içerek sıcağın onu bile ne kadar zorladığını gösteriyor bize. Yokuşu inmeye başlıyoruz önce. Ve deniz gözüküyor.  Karşımıza teknelerin kalktığı ve bir restoranın bulunduğu bir rıhtım çıkıyor. Biz de yola sağdan devam ediyoruz. Küçük bir yokuş ve inişten sonra önümüzde 2 dağ arası kalmış bakir uzun, geniş bir yol çıkıyor. Sahipleri de yabani inekler. İneklerden zarar gelir mi demeyin? Uzaktan gözüken sahile yaklaştıkça ineklerin de sayısı artmaya başlıyor. İnek sürüsünün içine doğru yürüyen biz ise korkusuzca kakara kikiki yolumuza devam ediyoruz ki, Zıpzıp ”şimdi bu inekler bize saldırmasın” diyene kadar.  Ben kahkaha atıyor “hiç inek hiç saldırır mı, korkma “ diyorum.  Birkaç dakika sonra ineklerden kaçarak koşarken ise bu ettiğim lafa, üstümdeki kırmızı t-shirte, t’nin kırmızı çantasına ve yanımızda hali hazırda olmayan ineksavar programlarına küfrediyorum. O an nasıl tanımlanır bilemiyorum. Önce bir ineğin kafası bize doğru dönüyor sonra teker teker diğerleri…. O iri ayaklar bize doğru topluca ilerlemeye başlıyor hem de oldukça hızlı bir şekilde. İneklerin ayak sesleri yerde gümbür gümbür sesler çıkartırken T çantasını t-shirtle kapatmaya çalışıyor bir yanda arkasına bakmadan koşuyor. En arka safları oluşturan ben ise Zıpzıp’a yetişmeye çalışıyor bir yandan da “anamm anmmmmaaamm kaçıınn vahşi inekler geliyor” diye bağırıyorum. Allahtan Reco arada havlıyor da inekler biraz yavaşlıyor. Yoksa daha Aperlaeye gelemeden püre olma ihtimalimiz var. Koştukça sahile yaklaşıyoruz. İzmir’de denize dökülen Yunan askeri gibi, ineklerde bizi Aperlae sahiline dökecekti ki, sahile ulaşıyoruz. Buradaki tek tesis Purple House’takiler bize” bu taraftan” diye bağırıyorlar. Biz Purple House’ın hemen yanındaki terk edilmiş evin çöplüğe dönüşmüş deniz kenarından yavaş yavaş öbür tarafa geçiyoruz. Kimsenin öbür tarafa çıkarak daha yeni paçaları kurtardığımız ineklerle yüzleşmeye niyeti yok. Sonra Purple House’taki Rıza’dan öğreniyoruz ki, o pislikler bir şekilde oraya dolmuş, temizleyememişler.




Biz de tavukların ve Rıza’nın sevimli mi sevimli oğlunun karşıladığı Purple House’a adım atıyoruz. Sıcaktan mı, final çizgisine az kala yaşadığımız İnek macerasından mı bilinmez, çok uzun bir rota gitmiş olmamamıza rağmen çok yorgunuz. Kendimizi hemen batık şehirde şnorkelle maceralara atmak istiyoruz. Rıza bize 2 oda alternatifi sunuyor. Bir dağdan deniz manzaralı çok şık küçük bir bungalow oda ve taş evde bir oda. Biz kızlar hemen bungalowu kapıyoruz, ama beyler bizi çok kıskanıyorlar. Tamam diyoruz bir yatak daha atalım yere, beyler yerde yatsın… nasılsa aynı macerayı Mehtap pansiyonda da yaşadık. Hem böylece Rıza’nın bizi gece burada domuz sesi olur ama domuzlar buraya kadar inmez diye tedirgin etmesine karşılık bir erkeklerle bir tampon bölge oluşturmamız iyi olur. Bu arada Purple House’tan bahsetmek gerekirse, Aperlae’de konaklamak isterseniz tek kalabileceğiniz yer burası. Ulaşım sadece tekne ya da yürüyüşle oluyor. Geniş bir mekana yayılmış Purple House’ın hemen yanındaki yoldan giderek depremler sonucu su altında kalmış batık şehiri barındıran sahiline varılıyor. Yanınızda olmamasına karşı Rıza size Şnorkel verebiliyor. Elektrik ve suyun da bulunmadığı odalarda sifon ve duş için yağmur suyu kullanılıyor, ama o da kısıtlı. Şırıl şırıl duş almak isterim ben illaki derseniz işler zor. Akşam yemeği ise Rıza’nın eşinin ellerinden…
Bu arada Aperlae  ve çevresindeki antik kentte çok kalıntı var ama turizm açısından çok ilgi çekmiyor. Ulaşımın zor olması nedenlerden biri olabilir. Rıza’nın dediğine göre her sene Amerikalı bir ekip gelip araştırma yapıyormuş, bölge üzerine birkaç tane İngilizce makale bulunmakta.




Yatak konusunda pazarlıklar bittikten sonra, kendimizi Aperlae’nin soğuk sularına atma zamanı. Akşam üstü olması ve tepelerin gölgesi düşmesi nedeniyle oldukça serin olan suya cup cup atlıyoruz. Açıldıkça batık şehrin kalıntıları üzerinde yüzmeye başlıyoruz ama ben maalesef deniz gözlüğü olayını bir türlü başaramadığım için yalan söyleyemeyeceğim pek birşey göremiyorum. Ama tepeler o kadar çok kalıntıya sahip ki, onlara bakmak bile yetiyor.
Özgün yağmur suyu ile soğuk duş, biz kızlar ısıtılmış su ile ortalıktaki duşta yarım yamalak duş alırken, paşamız T duş almamayı tercih ediyor. Niyeymiş.? sivrisineklerden korunacakmış. Simena’da test etmiş sineksavar programını beğenmemiş… heyyytt… akşam güneşinde saçlarımızı kuruturken ortalıklarda gözükmeyen T’den bir telefon…”Purple Hose’tan tepeleRe çıkın.. Likya yolu devam ediyor, burası çok güzel” amanın hemen o zaman keşfetmeye fırlıyoruz. Ama bu sefer sıcakta ayaklarımızı bunaltan trekking ayakkabıları değil, terlik sandaletleri eşofmanları çekiyor,  Zıpzıp ile başlıyoruz tepeyi tırmanmaya.  Akşamüstü bir sahil gezisi modunda takılırken gerçekten antik bir yoldan yürüdüğümüzü kanıtlarcasına har tarafta kalıntılarla karşılaşıyoruz. Yol havanın serinliği ile de bütünleşircesine o kadar güzel görünüyor ki gözümüze pıtır pıtır tırmanıyoruz.  Taa ki bir anda Zıpzıpın heyecanlı sesine kadar.. “ ilerde domuz var,koş” “hadi ya” … bu kısa konuşmadan sonra çıktığımız yokuşu gümbür gümbür inmeye başlıyoruz. Her bir yokuşun inişinde bir el isteyen ve yukarı tırmanırken şimdi kendisine el vermekten bayağı yavaş ineriz diye düşündüğüm zıpzıp yuvarlanan taşları koşa koşa inmez mi? Hem de arkasına bakıp gördüğü şeyin domuz olduğunu arada sorgulayarak. İniyoruz iniyoruz kulaklarımızda bir böğürtü… şaşırıyorum bir yandan da yaban domuzu olsa şimdiye bizi uçurmuştu diye. Tam en aşağıya iniyoruz ki Zıpzıp arkaya bakıp karaltının domuz değil asi bir inek olduğunu fark ediyor. Olsun ya inek de tehlikeli bizim için birkaç saat önce yaşadıklarımız düşünürsek. Önce bir kahkaha sonra da ineğe de yakalanmayalım diye Purple House’a iniyoruz bir yandan da Zıpzıp’ın jet hızıyla yokuş inişine gülerek.


İyice üzerimize çöken yorgunluk ve açlığı yemek ve ateş başında çay ile dindirdikten sonra,,, dağ odamıza doğru gitme zamanı.. biz kızlar hemen juuup rahat yatağa, illa yanımızda kalacağız diye itiraz eden beyler de yer yatağında yerlerini alsınlar…İki yanı camla kaplı oda da yatağımızda yatarken sanki yıldızların altında yatıyoruz……
Bir sonraki macera, ertesi gün gerçekleşen Kano macerası… Ama önce tertemiz sabah havası..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder