12 Ağustos 2013 Pazartesi

Bir Kadın bir erkek pratiğe döküldü:Kekova'da Kano macerası

Bu huzur mu huzur dolu günbatımı olmasa bu heyecanlı günün yorgunluğu nasıl atılacaktı?





Kaş’ın ortasında yüzyıllara meydan okuyan lahitin hemen yanındaki sokakta yeni keşfettiğimiz, hem yemeklerini, hem şirin ortamını hem de müzik tarzını çok beğendiğimiz Köşe Başı kafe olmasa gün boyu deli gibi acıkmış midemiz, kulaklarımız nasıl doyacaktı?
Günlerce arayıp zor bulduğum özel model Buff’un kano macerasından havalı havalı dönerken kafamdan uçup gitmesiyle basiretimizin bağlanarak şoföre arabayı durdurtacak gücümüzün olmaması  üzerine birkaç gündür kendisine derinden bağlandığım ufak bez parçasının hızla uzaklaştığımız yolun üzerinde yeni sahibini bekler halde görünce ağlayan içimi, Kaş merkezdeki spor kıyafetleri satan dükkan olmasa kim dindirecekti?
Neden böyle içli içli yazmışım ki, aslında geriye dönük bakınca deli gibi güldüren bir maceraydı son gün yaşadıklarımız. Bir kadın bir erkek dizisine bakıp ta “çok saçma şeyler yapıyor bunlar ya ben asla yapmam” dememek gerekmiş. Kendimi dizinin karakteri gibi hissettim geriye döndüğümde. Sanki karakter ruhuma sahip olmuş, beni ele geçirmiş ve yönlendiriyordu.

Sabah erkenden kalkıp Purple House’ta etrafta bir sürü yürüyen tavuk varken yumurtaların neden markalı olduğunu anlamaya çalıştığım ama bir o kadar da güzel doyduğum kahvaltı sonrası yola çıktı. Çay yetmemişti, ama önümüzde inekli yol olduğu için doğal yollardan uyandım, neyse ki o gün inekler bize saldırmaktan çok otlanmayı düşünüyorlardı. İskeleye gidip kendimizi tekne ile Üçağız’a attıracaktık. Asıl kaptan olmayınca hanımı bizi götürdü. Kendisine yaptığım “teknelerin sultanı” esprisinden zerre kadar hoşlanmadığını anladığım bayan kaptanımız kullandı tekneyi, biz de sabah serinliğine ayaklarımızı uzattık, ara ara gelen deniz sularından faydalandık. Yürüyüş bitmişti. Aramızda yeteri kadar enerji harcayamamış arkadaşlar için kano turuna katılacaktık.



Aslında ben bu fikir T tarafından ilk ortaya atıldığı gün açık açık güçsüz kollarıma bakarak, kano kullanmanın benim için gayet ütopik olduğunu, sadece partnerim çekerse bu eyleme katılabileceğimi belirtmiştim. T güçlü zannettiği kollarına bakarak “ben sürerim merak etme, hiç korkulacak bir şey yok” dedi. Grubun tüm elemanları istekli olduğu için itiraz etme hakkımın olmadığına karar verdim. Aslında için için ben de merak ediyor bu macerayı, sanki hayatta yapılacaklar listemde başarılı kısma bu maddeyi eklemem gerekiyormuş gibi hissediyordum.  Ya saatler sonra,, kollarım tutmazken ne hissediyordum?
Öncelikle 6 çift yan yana dizilerek profesyonel kanocu arkadaşlar tarafından küreği nasıl tutmamız, birlikte nasıl hareket etmemiz, deniz trafiğinde nasıl davranmamız konusunda bilgilendirildik. 6 çiftten sadece 2 çift Türk’tük. Ben ve T eş durumundan aynı kanoya binerken bunun ileri saatlerde çok yanlış bir karar olduğunu, nasıl babadan kocadan araba kullanmayı öğrenmek çok sinir bozucuysa, kocayla kano kullanmanın da çok zor olduğunu anladım.
Gruptaki yabancılar, 1 hamile de dahil olmak üzere gayet cılız gözükürken, Anıl ve Özgün de kaslı kollarıyla grubun parlayan yıldızları gibiydiler.
Bilgilendirme bitti, yavaş yavaş kanolara oturuldu. Önce en uzun rotayı geçip Üçağız’ı korur gibi karşıdan çevrelemiş Kekova Adasına gidecek, orada dinlenme molasından sonra Kekova adasının kenarından batık şehir üzerinde biraz ilerledikten sonra Simena’ya gidecektik. Simena’daki dinlenme molasından sonra da günün en kısa rotası olan Simena Üçağız arasındaki yolu da geçerek günü tamamlayacaktık.
Ufukta gözüken Tersane koyu denilen ve teknelerin yanaşmasına izin verildiği yere baktıktan sonra hemen adapte olmak adına Türk zekamı kullanarak kanoya atladım. Amacım hemen duruma uyum sağlamak ve güçsüz kollarımın ileride yaşama ihtimali olan diğerlerinden geri kalma olasılığını minimize etmekti. Ama nasılsa arkamda cılız kollarında birer kaplan bulundurduğunu iddia ederek bana sonsuz güven sağlayan T’m vardı. Herkes kanosuna yerleşmeye çalışırken biz çoktan kanomuza alışmış, sanki elimizin kiriymiş bu eylem gibi burnu havalarda tavırlar takınarak koyun sağın solunda alıştırmalar yapıyorduk. Bir anda ne olduğunu anlayamadık ama herkes yola koyulmuş biz gereksiz geyikleri yaparken oldukça yol almışlardı. Biz bir anda grubu yakalamaya çalışırken dakikalardır diğerleriyle hava atmak suretiyle yakaladığımız ahengi bir anda kaybetmiş, bir ileri bir geri hiç ilerlemiyor, olduğumuz yerde yalpalayıp duruyorduk. Öndeki grup neredeyse yolun üçte birine varmışken biz daha bir arpa boyu yol alamamış, artçı arkadaşı iyice tedirgin etmiştik. Artçı Ahmet bizi rencide etmeyecek şekilde önümüzde eşyalarımızı taşıyan tekneyi göstererek, isterseniz sizi oraya bağlayalım, arkadaşlara yetişip oradan hep beraber devam ederiz dedi. Ben baştan yenilgiyi kabullenmenin hücrelerimde yarattığı huzursuzluğu yenmeye çalışırken bir yandan da grubun en eziği gibi gözükmek istemeyip, en azından diğerlerine yetişerek yolun devamına temiz bir başlangıç yapacağımı umuyordum. Bu teklifi kabul ettik. Her gün tekne sürüp kanocuların eşyalarını taşıyan tekneyi kullanan bermuda şortunun üstüne balkon kıvamlı Türk kasını gerindikçe açık bırakan bir t-shirt giymiş kıvırcık saçlı kaptan ise yaptığı işin monotonluğunun bir anda bizim gibi bir çift ile delineceğini fark ederek uykulu gözlerini sonuna kadar açmaya başlamıştı. Önce tekneyi kanoya bağladı, biz havalı havalı diğer gruba hızlı bir şekilde katıldıktan sonra, bizden cacık olmayacağını fark ederek eşyaların dizildiği teknenin arka kısmına uzanıp bütün dikkatini bize vermeye başladı. Sanırım onun için günün eğlencesi başlamıştı. Ya bizim için? Bir türlü T ile ahengi tutturamıyor, kürekten gelen sularla sırılsıklam oluyorduk. Padişah sandalıyla gelmiş gibi grubun diğer üyelerinin yanına yorulmadan gelmiş olmamıza rağmen bir türlü performans sağlayamıyor, diğerlerine yetişemiyor hep arkada kalıyorduk. Artçı Ahmet” bize hadi yaparsınız biraz daha gayret” diye gaza getirmeye çalışıyor ama kol kaslarımızın güçsüzlüğü, teknik yetersizliğimiz bizi engelliyordu. O kadar yavaş ilerliyorduk ki, artık grubun diğer yanı ufuk çizgisi gibi bize uzak gözükmeye başlamıştı. Küreği yanlış kullanmaktan mı  bilinmez sırılsıklamdık. Neyse ki hava çok sıcaktı. Kıvırcık amcanın bakışları üzerimizden ayrılmıyordu. T ile hafif hafif tartışmaya başlamıştık bile.  ”Hani ne oldu cnm senin o kuvvetli kaslarına/ya cnm senkronize ol bana göre ayarla da gidelim/ hey Allah’ım en geride kaldık nasıl olur hadi t hadi t”. Bir anda Ben bilmem eşim bilirdeki hiç tasvip etmediğim hırslı bayanlar gibi çemkirmeye başladığımı fark ettim ama kendimi tutamıyordum, öndeki 5 çiftten bizim neyimiz eksikti? Bizi bu kadar geri koyan neydi?  Bir anda şikayetten kızarıyor bir yandan da acemice kullanmaya çalıştığım kürekten her yerime akan soğuk sularla irkiliyordum.  Bir de bu sıcak soğuk geçişleri yetmiyormuş gibi gözlerini ayırmadan bizi izleyen teknedeki kıvırcık “takayım mı abla? “ diyerek çengeli göstermiyor mu? İşkence midir bu bana?   T de bana usulca bakıp “taksın mı canım, hızlı gideriz” demez mi?  Aklı sıra o değil ben pes edeceğim, herkese ben yoruldum diye çengeli taktırdık havası verecek, yemezler. Kendime bir kanoyu Üçağız’dan Kekova’ya süremedi dedirtmem. Kollarımdaki tüm kaslar iflas etse, dönüşte 1 hafta hasta yatma ihtimalim olsa da, asla. “Hayır” diyorum sert bir sesle.. “ne oldu yoruldun mu? o hamile kız nasıl kullanıyorsa, ben de gideceğim” Tersane koyuna yaklaştıkça ben de gaza geliyorum. Gözlerimden hırs ateşleri çıkıyor sanki. Artık aynı anda kano kullanıp olduğumuz yerde debelenmektense, farklı bir yol izlemeye karar verdik. Bir ben, bir T kullanıyor kanoyu. Kıvırcığa attığım son o kızgın bakıştan sonra, o da bizden uzak durmaya başladı. Artçı arkadaşta bizdeki son ışığı gördü, gazı veriyor “hadi yapabilirsiniz, hadi biraz daha gayret” diye… ve yemyeşil tertemiz koyuyla bize dakikalardır göz kırpan Kekova adasına varıyoruz. Sırılsıklamız… tekne ile gelmiş olsak denize gireriz ama şimdi gerek var mı? Yine de atıyoruz kendimizi yeşil sulara, tabii ben tüm Halleyleri mideye indirdikten sonra.  O çok sevmediğim ama atıştırmalık olsun diye organizatörlerce ortaya konulan içinde 15-20 tane Halley bulunan kutunun yarısını mideye indiriyorum.. Hayatımda belki de ikl kez, saatlerdir aç kaldığım için değil fazla efor harcayıp stres ve hırs katsayım tavan yaptığı için kurt gibi açım. Bu Halleyler beni Simena’ya kadar tutar mı ulennn?  Bu arada arkeolojik miras olduğu için sit alanı olan üzerinde hiçbir tesisin olmadığı etrafında da dalış yapılmasının yasak olduğu adayı söyle bir geziyoruz Zıpzıp ile. Deprem sonucu yıkılıp terkedilen ve büyük bir kısmı deniz altında kalmış adada ne kadar çok kalıntının olduğuna şaşırıyoruz.  Koyun girişindeki, birkaç sene önce dimdik duran kilise kalıntılarının yeterince korunmadığı için yıkıldığını öğrenince biz de yıkılıyoruz. 


Yolculuk yine başlıyor, bu sefer Kekova adasının batık şehrinin üzerinden devam etmeye başlıyoruz. Bu sefer rotamız daha kısa. Üçgenin en uzun kenarını Kekova Üçağız arası atlattık. Ama ne T’nin ne de benim kollarımda güç kalmamış, bu yolun sonunda Simena’da bizi yemek bekliyor olsa da… yok yok ama benim hırsım, inancım yüksek. Nasıl o cılız kız ve cılız partneri (kendilerinin daha sonra profesyonel kayak takımında olduklarını öğrendik), ya da nasıl o hamile kız karnı burnunda soğuk suya sıcak havaya aldırmadan üstelik gördüğüm kadarıyla benim kadar da Halleyi mideye indirmeden bu yolda devam ediyorsa, ben de edeceğim. Ve yanımda T de olacak. Bu arada Özgün ve Zıpzıpın da uyumu ve hep önlerde gitmeleri beni kızdırmıyor, hırslandırmıyor değil.  Arkadaş ne ara yaptınız o kasları heyt? Neyse çıktık yine yola. Artçı arkadaş bizden sıkılmış olmalı ki, başka bir arkadaşına devrediyor bu ulvi ve sabır gerektiren görevi. Yine en arkadayız. Ne kadar önden de başlasak olmuyor arkadaş en arkadayız. Üstelik ben o yediğim Halleylere rağmen vefasızca yemek yemek diye mızmızlanıyorum. T de konuşacak derman bile yok. Artçı arkadaş ise bizimle ilgili beklentileri yüksek tutmuş olmalı ki performans düşüklüğü karşısında şaşırıyor, yine de o samimi gülüşünü suratından eksik etmemeye çalışıyor. Herkes Kekova adasının üstünden geçilecek her yerinden geçerken tahmin edersiniz ki biz su altı roma hamamı, ev bahçesi gibi ayrıntılarla değil yemekte tavuk mu balık mı var ayrıntısı ile ilgilendiğimiz için yolun hemen ortasından ani bir dönüşle Simena’ya doğru yol almaya başlıyoruz, yine de herkesin gerisindeyiz. Kıvırcık sanırım benim bakışlarımdan korkmuş ya da çok acıkmış ki önden gidiyor, bu sefer popülaritem azaldı. Ne oldu ellerini başının altına kavuşturup beni izliyordun film izler gibi, ne oldu?
T zar zor, ben ise hırsla mücadele ettikten sonra tahmin edersiniz ki diğer çiftler yemeklerini mideye çoktan indirmeye başladığında Simena’ya anca vardık.  Neyse ki yemek doyurucuydu, yoksa beni nasıl avutacaklardı. Uzun bir dinlenmeye Simena kıyısındaki lahitin hemen yanındaki koydan denize girerek ara verdik. Doya doya da yemeğimizi yedik. Hoş bütün gün suyun içindeydik ne gerek vardı yüzmeye derseniz, kollarımız o kadar çalışmış, bacaklarımız da çalışmasın mı?
Bir baktım T eşyalarımızın bulunduğu teknenin etrafında akşam yemeği arayan kedi gibi dolanıyor. Amacı son etabı teknede geçirmek… T’nin bu uyanık hareketini kınıyor ve kendisini kanoya oturtuyorum. Bu sefer and içtim, en son bitirmeyeceğiz, tabii ki tercihimiz birinci bitirmek ama önemli olan elimizden geleni yapmak. Son etap başladı, gün içinde ilk kez karşılaştığımız sık kayalıkların arasındaki keskin geçişler, yemeğin bünyemizde yarattığı enerjiye karşı koyamıyor. Sanki olimpiyatlarda yarışıyormuşçasına azimle çektiğim kürekler tüm katılımcıların dikkatini çekiyor. Belki de bu son anda yanlarında gördükleri çift kim diye merak ediyorlardı, daha önce pek görmedikleri için bizi. T de az biraz gaza geldi ve mücadelemizi birinci bitirmesek de önlerde en azından sonuncu bitirmeyerek gün sonunda rahat bir uyku çekebileceğim huzurlu bir ruha kavuştum.  Ah ah o cılız kız sonradan gelip bana dalga geçer gibi “Tebrik ederim, ne kadar da hızlıydınız demez mi?” Hadi canım, hadi canım…Türk kara sularının en hızlı kanocusuyum artık bundan sonra, korksunlar benden….

Ertesi gün Kaş merkezdeki, buz gibi Küçükçakıl koyuna oradaki genç arkadaşlarımla atlarken Türk sularının en iyi bayan çivileme atlayıcısı olduğumu da kanıtladığıma eminim. Meis adasının puslu görüntüsü ve buz gibi sulara çılgın atlayışlarımızla başbaşa bırakıyorum sizi...









İşte benim ekip:)





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder