19 Temmuz 2013 Cuma

Hoppidi Hoppidi Likya Yolu: Çayağız'ından başladık, sonrası Domates, biber,patlıcaaaaaaannnnn


Her şey daha yola ilk çıktığımızda başladı. Bizi yola uğurlarken aman kaybolursanız haber verin sizi gelip bulalım diyenleri gün içinde bol bol andım. Birkaç kişinin esprisi tabii ki 4 akıllı insanın saftirik bir şekilde aldanması ile kaybolmanın ucundan teğet geçen bir macera ile bitmesine neden olmazdı.. Başka etkenler, Nisanın son günlerinin dayanılmaz sıcaklığı, an an yüzümüze vuran ve popomuzda dişlerini görmekten korktuğumuz köpek korkusu da etkendi tabii ki yolun arzulanan şekilde gitmemesine. Bir hafta öncesine kadar Antalya’nın büyük kısmında sel yaşanmasına rağmen hava aşırı sıcaktı. Kaş’ta bir gün paşalar gibi dinlenip bir kısmımızın aşırı serin sulara kendini bırakması bile işe yaramamış ki kafamız yarım yapılmış kahvaltılara sahanda yumurta sunabilecek seviyede sıcaktı.



Önce yaklaşık her 20 dakikada bir Kaş’tan kalkıp Antalya’ya doğru giden Batı Antalya Turizm’in yarı profesyonel yarı dolmuş zihniyetli arabasına bindik. Likya Yolu’nun Çayağzı-Simena kısmını yürümek için yola çıkmıştık. Hayallerimdeki Demre Myra antik kentini de maalesef yolumuzu uzatmamak için pas geçerek Çayağzı kavşağında indik. Amacımız çok sıcağa kalmamaktı. Aslında sabahın 10’u gibi erken saatleri olmasına rağmen havanın sıcaklığı çok ama çok yüksekti. Sırtımızdaki 3 günlük kıyafetler ve 3 günlük yemekler de çantalarımız gıcır gıcır olmasına rağmen yerçekimine direnmemekte ısrar ediyordu.  Keşke gezseymişiz antik kenti, ne bilelim Likya yolu maceramızın ilk gününün otostopla sonlanacağını. Patara’dan sonra uzun süre zamanında Işığın, şimdilerde lahitlerin ülkesi Likya’nın en gelişmiş ve uzun süre başkentlik yapmış şehrini göremeden Likya Yolunu yürümeyi istememiş olsam da artık rotamız belli idi.  Roma imparatorluğunun da Hristiyanlığa geçişinden sonra, Likya devletinin istilaya fazla uğramamak için Hristiyanlığı seçmesi üzerine önemi artan ve bu arada Aziz Nikolas namı diğer Noel babayı yetiştiren Myra(Demre)’yi görmek sonraya kalmıştı.




Bunaltıcı sıcağın altında indiğimiz kavşaktan yolun başlangıç noktasına yürümeye üşenince kendimizi bir pikapta bulduk. Ben, Özgün, Anıl arkada efil efil gidip yola heyecanımızı bastırmaya çalışırken, T tesadüfen bizi arabasına alan hastane başhekiminden koyu sohbet eşliğinde gerekli bilgileri alıyordu.  Başhekimin hastanesine Likya yolunda köpek tarafından ısırılmış yürüyüşçülerin başvurduğunu söylemesi ise Kelebek etkisi ile her şeyi değiştirdi, her bir olayın diğerini tetiklemesine ve diğer rotalara göre daha kolay olmasını beklediğimiz yolun bir an domateslerle sonlanan ızdıraba dönüşmesine neden oldu. Arabadan iner inmez T’nin akıllı telefonundan köpeksavar programı indirmesine Özgün de katıldı.(ilerleyen bölümlerde ineksavar ve sineksavara da ihtiyaç duyduk) Hiçbir program garanti vermiyordu. Ben ise T’nin çantasının küçük olması bahanesi ile tıka basa doldurduğu çantam ve beni biraz yormaya başlayan omuzlarımdan aşağı salınan fotoğraf makinesi ile kendimi grupta en ağır aksak kişi görüp, en dolgun totoya da sahip olmanın bilinci ile olası bir köpek karşılaşmasında ilk dişlenen olacağımdan emindim. Eskiden Myra’nın bir liman kenti olan Andriake’yi de barındıran 2 çayın ortasında Çayağzı sahilinin güzelliklerini bile görmeye engel oldu bu korku. Köpeklere karşı sevgim ve ilgim ne kadar çoksa vahşi köpeklerden korkum da o kadar büyüktü. Nisan ayının son günlerinin de olması nedeniyle orta seviyede gayet güzel bir kumsalı olan Çayağzı, çay kenarındaki birkaç tesis dışında neredeyse terk edilmiş gibi gözüküp boylu boyunca  önümüzde uzanıyordu. Bu tesislerde çalışan birkaç kişiden ilerideki köpeklerin bağlı olduğu teyidini almak bana daha akıllıca gözüküyordu ki uzaklardan vahşi köpek sesleri gelmekteydi. Bir an bana ılık gelen teyitlerden sonra kulaklarımı hırçın havlamalara tıkayarak keyfimi yerine getirdim. Hem T hariç üçümüzde de aynı sırt çantası yok muydu? Havalı havalı T’nin elindeki kameraya poz verdik. Bu başlangıç anını sükseli bir şekilde hafızalara kazımalıydık.


Sahili geçtik, ikinci çayın başında derme çatma bir köprü ve bu köprünün hemen başında da Likya Yoluna dair göstergeler içeren bir tabela vardı. Bir an yolun başlangıcında olmanın heyecanı ile tabelaya adam gibi bakmadan karşıya çıktık. Sıcağı iyice ensemizde hissetmeye başladığımız sırada beklenmedik şekilde arkadan bir ses “Hoop gençler  nereye?” diye bağırdı. Arkamızı dönmemizle birlikte oldukça bronzlaşmış tenine beyaz saçlarının tezat olduğu, vücudunda bir gram yağ bulundurmayan ve bunu da slip mayo ile sergilemekten hoşnut gözükür 60 yaşlarında bir adam çıktı. Gayet atletik gözüken bu kara kuru amca omzuna astığı havluyu dekor edasında taşıyor, hafif bir gerinme ile bu uçsuz bucaksız olup kimseleri göremediğiniz sahil, dereler benim havalarında bize bakıyordu. Biz yürüyüş yapmak için buralara geldiğimizi, amacımızın Üçağız üzerinden Simena olduğunu belirttik. Daha sonra kendinden çok bahsedeceğimiz amca bize iyi bir tercih yaptığımızı söyleyip iyi yolculuklar diledikten sonra ben amcanın oraların muhtarı havasında olmasından dolayı köpek olayını kendisine tekrar teyit ettirmek istedim. Cevap olumlu idi, köpekler bağlıydı. Arkamızı döndük, dümdüz ilerlemeye başladık. Tam rotaya girmişken arkadan bir ses daha “Oradan değil, sağdan gideceksiniz” hımm. Derken bir ses daha.. sıcakta bunalmış tenin soğuk suya atladığı andaki ani ferahlama sesi. Çayın soğuk sularına kendini koşulsuzca bırakan amca, gırtlaklarımızda birer yutkunma sesinin oluşmasına neden oldu. Her neyse bizim bir amacımız vardı, olmadı hem bir koy sonraki çakıl plajında veya erken gidebilirsek Simena’da bırakırdık kendimizi soğuk sulara. Ama yolda yürüdükçe amcaya olan imrenmelerimiz ortaya çıkıyordu. Çünkü Kaş yöresinin makilik yolları sıcakta bizi hiç korumuyor, kendimizi Kapadokya’nın açık vadilerinde yürüyormuş gibi hissetmemize yol açıyordu. 





Yükselmeye başladık, bize de arkada kalan Çayağzı manzarası, ilerideki  koyların manzarası ve ağaçların arasına özenle meskenlerini kurmuş iri örümcekler eşlik ediyordu. Kırmızı beyaz okları takip ettikçe habire yükseliyorduk, halbuki ben rotayı gelmeden önce dikkatle incelemiş ve fazla yükselmeden çakıl plajına çıkmamız gerektiğini biliyordum. Biryandan da köpek sesleri hala kulağımızda idi. Sıcağın altında hatırı sayılır derecede yükseldik. Etrafta sürekli kırmızı beyaz işaretlemeler görmesem yanlış yol girdiğimize dair yemin edebilirdim. İşaretlemeler bizi deniz kenarından uzaklaştırdı bir anda ki bunu hiç beklemiyordum. Aralarda gölgesi koyu ve büyük yüksek ağaçlara rastlar olmuştuk. Aşırı sıcakların neden olduğu su kaybı ben de tansiyon düşmesine neden oldu. Tuzlu leblebilerin de kafi olmaması ile birlikte ağaç gölgesi altında kaybolduğumuzu da kesin anlamış bulunuyorduk. Bir çıkış yolu ararken ileride gözümüze seralar takılmaya başladı.2-3 ailenin yaşadığı, ailelerin geçimlerini domates seracılığından sağladığı yerleşim bölgesine kendimizi attık. Bir Türk misafirperverliği ile misafir edildik, Soğuk sular, lezzetli domatesler ile beslendik. Yemeklere çağrıldık ama daha yeni mideye indirilmiş sandviçlerin çantada sağladığı hafiflemenin tadına varmadan mideyi doldurmak istemiyorduk. Hoş sohbet tatlı muhabbet giderken yerliler bizim yolumuzun neden oralara düştüğünü merak etti. Biz de aldığımız ısırgan köpek duyumları, serin sularda serinleyen amcanın bizi geldiğimiz tarafa doğru yönlendirmesinden bahsederken, küçük görümce ‘uyyy, siz sarhoş S’ye rastlamışınız “ demez mi?  Sarhoş S’nin ilk vukuatı olmadığını da öğrenince, oralara kadar yanlış gittiğimize mi yanalım yoksa Sarhoşun aklına kanıp da tabeladaki okların yönüne dikkatli bakmamamıza mı yanalım bilemedik.  Bir görev insanı olan Anıl’ın sıcağa bakmadan yolu geri dönüp doğru yolu yürümemiz fikri, oy birliğince reddedilip, domatesçi amcanın verdiği tavsiye ile ana yola çıkıp Üçağıza bir araba çevirmeye karar verdik. Ama ayrılmadan da , dışarıdan çok çok daha sıcak olan seralarda şıpır şıpır terleyip, domateslere bakıp üzerine bizi ağırlayan köylüler ile sıkı sıkı sarılarak vedalaştık.







Ne yapalım, Anılı susturmak zor olsa da bu sıcakta geri dönüp o yolun başına gidip yola tekrar başlamamız mümkün gözükmüyordu. Hele hele orada S amcayı görsek neler hissederdik? En iyisi bu yola girişmeyip tıpış tıpış anayola çıkıp kendimizi ilk geçen araba ile Üçağıza atmaktı. Bir de yola çıkınca fark ettik ti, aslında gitmek isteyip de gidemediğimiz Myra’ya doğru yola çıkmışız. Ama bu sıcaklar altında erirken kendimizi sadece Üçağıza atmak istiyorduk.
Aslında yola çıktığımızda hedefimiz günü Simena(Kale) de bitirmekti. Ancak Simena’ya araç ile ulaşım yoktu, yani Üçağıza vardıktan sonra ertesi gün yürümeyi planladığımız Üçağız-Simena arası 3 km’lik gayet kolay yolu  tekrar yürümek zorundaydık.
Üçağıza bir araçla varıp, soğuk içecekler ile kendimize geldikten sonra gözümüze karşıdan gelen Kanocular gözüktü. O gün yolun büyük kısmını yürüyemediği için vicdanı yerle bir zıpzıp ve durumundan gayet keyif alan ama kanoculara imrenen Özgüne bizim ip kollu T, son gün kano yapma önerisinde bulundu. Kendi ince ve güçsüz kollarıma bakıp bu fikirden çok hoşlanmazken, bir anda sıcağın altında sürekli denizin ortasında olma fikri de cazip göründü. O zaman fikir iki gün sonra değerlendirilmek üzere Üçağız’dan Kekova yöresine kano turları yapan ekiplerle konuşuldu ve anlaşıldı. Kim bilebilirdi ki T ve benim grubun çürük elması olacağımızı… dışardan çok komik ama bizim için hayal kırıklığı olan maceralarımı da sanırım başka yazılarda anlatacağım… 
Bilgi Görgü Böcüğü: Likya devletlerinden olan ve Aperlai (Sıçak’a) bağlı olan Üçağız (Teimiussa),Kekova Adası ve Simena (Kale) nin bulunduğu bölgeye Kekova bölgesi denmektedir. Aperlai’ya bağlı olan bu küçük devletler daha sonra Roma zamanında bağımsızlıklarını da ilan etmişlerdir. Belki de Likya Yolu’nun en çok tarihi eserle dolu bölgesi Kekova Bölgesi. Yaşanan büyük deprem sonucu şehirlerin birçok kısmı deniz altında kalmış. Kekova adası, Aperlai, Üçağız’ın bazı kıyıları ve Simena’da birçok batık şehirle karşılamak mümkün. Kekova’da sanırım izin yok dalış için ama Aperlai ve Simena da şnorkel ile görebildiğiniz kadarıyla su altı batık şehirleri görülebilir. Ayrıca kara ulaşımı sadece Üçağız’a var. Diğer bölgelere tekne ya da Likya yolu ile ulaşım mümkün. Bölgenin çok değişik bir coğrafi yapısı var. Genelde yerlerde iri kayalar var, gölgeli ağaç bulmak çok zor. Yürüyüşlerin daha serin kapalı günlerde yapılması gerçekleşebilir. Ama her an sanki tarih içinde yürüyormuş gibi hissedebilirsiniz. Her yerde devasa kendine özgü stili ile Likya mezarları boy göstermekte. 




Ferahlayıp, dinlendikten sonra güneşin yakıcı etkisi de yavaş yavaş azalmaya başlayınca biz de artık Üçağız-Simena arası yolu yürümeye başladık. Herkes bize orada Opet tarafından yapılmış yeni tuvaletin arkasındaki yolu gösterip duruyordu yolun başlangıcı olarak. Bizse bir türlü anlayamadık. Neresi yoldu, hiç de tabela yoktu. Bir anda beli hafif kırılmış yaşlı ama sevimli bir teyze çıktı karşımıza, ben sizi götürürüm dedi. Biz de arabanın da geçtiği belli yoldan ağır ağır gitmeye başladık. Hasta kardeşine ekmek götüren teyze konuştu, biz dinledik. Yaya yolunun bitip Likya yolu tabelalarının başladığı tersaneye kadar teyze bize eşlik etti. Tersanenin orada enerjimizin biraz yerine gelmesini fırsat bilerek batık gemi manzarası ile Gamgam style denemeleri yaptık, sonuç başarısız.


Teyzenin yerini tersaneden küçük bir köpek aldı. Simena kalesine kadar bizi takip etti. Kalenin etrafında sıra sıra Likya mezarları var, Kale de Likya Döneminden kalmış olmasına rağmen oldukça korunmuş. Ne yapalım gün içinde yeterince harcayamadığımız enerjiyi kalenin tepelerinde tepinerek harcamak gerekiyordu. Köpecik de akşam kararana kadar bizi takip etti. Kale dışarıdan korunmuş ama iç kısmında pek bir şey yoktu. Müze kartlarımızın yanımızda olması da bize 8 TL kar ettirmişti. 












Kale gezisi de bittikten sonra havanın kararması ile serinleyen ortam ile gün içinde sürekli içimizi tırmalayan denize girme aşkı da gitgide azalmaya başladı. Biz Mehtap Pansiyona yerleşirken Zıpzıp da kendini lahitlerin yanından durgun sulara atıverdi. Ben de köylülerin karşıdaki kayalıklara bıraktıkları tavukların yumurtalarını almaya denizden yürüye yürüye gittiklerini görünce Lahit çevresinde bol bol dolandım taa ki çılgın bir yengeç bana su içinden kıskaçlarını gösterene kadar. Artık sudan çıkma zamanı gelmişti. Ama bu arada lahitin etrafında boy boy poz verirken T’ye kendimi inşaat firmalarının pırt pırt ortaya çıkıp, kısa sürede gökleri delmek için hızla yükselen yok rezidans yok süper lüks sitelerinin reklamlarında oynayan ünlüler gibi hissettim. 


………’dan kelepir lahitler. Kekova adasının sakinliği ve güzelliği arasında Krallara layık bir lahit. Neden sizin de olması? 36 ,48,64 ay vadeli ödeme koşulları ile güzel lahitlereJ)
Fazla geyik yapmış olabiliriz ama komik değil mi?

………’dan kelepir lahitler. Kekova adasının sakinliği ve güzelliği arasında Krallara layık bir lahit. Neden sizin de olması? 36 ,48,64 ay vadeli ödeme koşulları ile güzel lahitlereJ)
Fazla geyik yapmış olabiliriz ama komik değil mi?
Hava karardıkça Simena’da ışık seviyesi minimuma indi. Yeni ay olmasından dolayı elimizi uzatsak yıldızları toplayacakmışız gibi oturduğumuz masamızda tıka basa yedik mi yedik, keyfimize keyif kattık mı kattık. Zıpzıp hariç hiçbirimiz rotayı tamamlayamadığımız için vicdan azabı duymuyorduk neyse ki…ortamdaki tek ses arka masamızdaki çiftin konuşmaları , bizim masanın aç  bedenlerinin iştahlı şapırtıları ve teknolojisi hastası T’nin akıllı telefonundan garip sesler çıkaran sinek kovar uygulaması idi. Sanki gökyüzü yıldızları üstüne serpmiş deliksiz bir huzur uykusuna dalmıştı. Gün içi yorgunluk, ertesi gün sıcaklar altında Aperlai’ye yolculuk planları esnemeleri getiriyordu… Ahh yıldızlar öyle güzel ki, bu güzellik gökyüzünde dururken uykuya yenilmek ne acı…


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder