Her şey daha yola ilk çıktığımızda başladı.
Bizi yola uğurlarken aman kaybolursanız haber verin sizi gelip bulalım
diyenleri gün içinde bol bol andım. Birkaç kişinin esprisi tabii ki 4 akıllı
insanın saftirik bir şekilde aldanması ile kaybolmanın ucundan teğet geçen bir
macera ile bitmesine neden olmazdı.. Başka etkenler, Nisanın son günlerinin
dayanılmaz sıcaklığı, an an yüzümüze vuran ve popomuzda dişlerini görmekten
korktuğumuz köpek korkusu da etkendi tabii ki yolun arzulanan şekilde
gitmemesine. Bir hafta öncesine kadar Antalya’nın büyük kısmında sel
yaşanmasına rağmen hava aşırı sıcaktı. Kaş’ta bir gün paşalar gibi dinlenip bir
kısmımızın aşırı serin sulara kendini bırakması bile işe yaramamış ki kafamız
yarım yapılmış kahvaltılara sahanda yumurta sunabilecek seviyede sıcaktı.
Önce yaklaşık her 20 dakikada bir Kaş’tan
kalkıp Antalya’ya doğru giden Batı Antalya Turizm’in yarı profesyonel yarı
dolmuş zihniyetli arabasına bindik. Likya Yolu’nun Çayağzı-Simena kısmını
yürümek için yola çıkmıştık. Hayallerimdeki Demre Myra antik kentini de
maalesef yolumuzu uzatmamak için pas geçerek Çayağzı kavşağında indik. Amacımız
çok sıcağa kalmamaktı. Aslında sabahın 10’u gibi erken saatleri olmasına rağmen
havanın sıcaklığı çok ama çok yüksekti. Sırtımızdaki 3 günlük kıyafetler ve 3
günlük yemekler de çantalarımız gıcır gıcır olmasına rağmen yerçekimine
direnmemekte ısrar ediyordu. Keşke
gezseymişiz antik kenti, ne bilelim Likya yolu maceramızın ilk gününün
otostopla sonlanacağını. Patara’dan sonra uzun süre zamanında Işığın, şimdilerde
lahitlerin ülkesi Likya’nın en gelişmiş ve uzun süre başkentlik yapmış şehrini
göremeden Likya Yolunu yürümeyi istememiş olsam da artık rotamız belli idi. Roma imparatorluğunun da Hristiyanlığa
geçişinden sonra, Likya devletinin istilaya fazla uğramamak için Hristiyanlığı
seçmesi üzerine önemi artan ve bu arada Aziz Nikolas namı diğer Noel babayı
yetiştiren Myra(Demre)’yi görmek sonraya kalmıştı.
Bunaltıcı sıcağın altında indiğimiz kavşaktan
yolun başlangıç noktasına yürümeye üşenince kendimizi bir pikapta bulduk. Ben, Özgün,
Anıl arkada efil efil gidip yola heyecanımızı bastırmaya çalışırken, T tesadüfen
bizi arabasına alan hastane başhekiminden koyu sohbet eşliğinde gerekli
bilgileri alıyordu. Başhekimin
hastanesine Likya yolunda köpek tarafından ısırılmış yürüyüşçülerin
başvurduğunu söylemesi ise Kelebek etkisi ile her şeyi değiştirdi, her bir olayın
diğerini tetiklemesine ve diğer rotalara göre daha kolay olmasını beklediğimiz
yolun bir an domateslerle sonlanan ızdıraba dönüşmesine neden oldu. Arabadan
iner inmez T’nin akıllı telefonundan köpeksavar programı indirmesine Özgün de
katıldı.(ilerleyen bölümlerde ineksavar ve sineksavara da ihtiyaç duyduk)
Hiçbir program garanti vermiyordu. Ben ise T’nin çantasının küçük olması bahanesi
ile tıka basa doldurduğu çantam ve beni biraz yormaya başlayan omuzlarımdan
aşağı salınan fotoğraf makinesi ile kendimi grupta en ağır aksak kişi görüp, en
dolgun totoya da sahip olmanın bilinci ile olası bir köpek karşılaşmasında ilk
dişlenen olacağımdan emindim. Eskiden Myra’nın bir liman kenti olan Andriake’yi
de barındıran 2 çayın ortasında Çayağzı sahilinin güzelliklerini bile görmeye
engel oldu bu korku. Köpeklere karşı sevgim ve ilgim ne kadar çoksa vahşi
köpeklerden korkum da o kadar büyüktü. Nisan ayının son günlerinin de olması
nedeniyle orta seviyede gayet güzel bir kumsalı olan Çayağzı, çay kenarındaki
birkaç tesis dışında neredeyse terk edilmiş gibi gözüküp boylu boyunca önümüzde uzanıyordu. Bu tesislerde çalışan
birkaç kişiden ilerideki köpeklerin bağlı olduğu teyidini almak bana daha
akıllıca gözüküyordu ki uzaklardan vahşi köpek sesleri gelmekteydi. Bir an bana
ılık gelen teyitlerden sonra kulaklarımı hırçın havlamalara tıkayarak keyfimi
yerine getirdim. Hem T hariç üçümüzde de aynı sırt çantası yok muydu? Havalı
havalı T’nin elindeki kameraya poz verdik. Bu başlangıç anını sükseli bir
şekilde hafızalara kazımalıydık.
Sahili
geçtik, ikinci çayın başında derme çatma bir köprü ve bu köprünün hemen başında
da Likya Yoluna dair göstergeler içeren bir tabela vardı. Bir an yolun
başlangıcında olmanın heyecanı ile tabelaya adam gibi bakmadan karşıya çıktık. Sıcağı
iyice ensemizde hissetmeye başladığımız sırada beklenmedik şekilde arkadan bir
ses “Hoop gençler nereye?” diye bağırdı.
Arkamızı dönmemizle birlikte oldukça bronzlaşmış tenine beyaz saçlarının tezat
olduğu, vücudunda bir gram yağ bulundurmayan ve bunu da slip mayo ile
sergilemekten hoşnut gözükür 60 yaşlarında bir adam çıktı. Gayet atletik
gözüken bu kara kuru amca omzuna astığı havluyu dekor edasında taşıyor, hafif
bir gerinme ile bu uçsuz bucaksız olup kimseleri göremediğiniz sahil, dereler
benim havalarında bize bakıyordu. Biz yürüyüş yapmak için buralara geldiğimizi,
amacımızın Üçağız üzerinden Simena olduğunu belirttik. Daha sonra kendinden çok
bahsedeceğimiz amca bize iyi bir tercih yaptığımızı söyleyip iyi yolculuklar
diledikten sonra ben amcanın oraların muhtarı havasında olmasından dolayı köpek
olayını kendisine tekrar teyit ettirmek istedim. Cevap olumlu idi, köpekler
bağlıydı. Arkamızı döndük, dümdüz ilerlemeye başladık. Tam rotaya girmişken
arkadan bir ses daha “Oradan değil, sağdan gideceksiniz” hımm. Derken bir ses
daha.. sıcakta bunalmış tenin soğuk suya atladığı andaki ani ferahlama sesi.
Çayın soğuk sularına kendini koşulsuzca bırakan amca, gırtlaklarımızda birer
yutkunma sesinin oluşmasına neden oldu. Her neyse bizim bir amacımız vardı, olmadı
hem bir koy sonraki çakıl plajında veya erken gidebilirsek Simena’da bırakırdık
kendimizi soğuk sulara. Ama yolda yürüdükçe amcaya olan imrenmelerimiz ortaya
çıkıyordu. Çünkü Kaş yöresinin makilik yolları sıcakta bizi hiç korumuyor,
kendimizi Kapadokya’nın açık vadilerinde yürüyormuş gibi hissetmemize yol
açıyordu.
Yükselmeye başladık, bize de arkada kalan
Çayağzı manzarası, ilerideki koyların manzarası
ve ağaçların arasına özenle meskenlerini kurmuş iri örümcekler eşlik ediyordu. Kırmızı
beyaz okları takip ettikçe habire yükseliyorduk, halbuki ben rotayı gelmeden
önce dikkatle incelemiş ve fazla yükselmeden çakıl plajına çıkmamız gerektiğini
biliyordum. Biryandan da köpek sesleri hala kulağımızda idi. Sıcağın altında
hatırı sayılır derecede yükseldik. Etrafta sürekli kırmızı beyaz işaretlemeler
görmesem yanlış yol girdiğimize dair yemin edebilirdim. İşaretlemeler bizi
deniz kenarından uzaklaştırdı bir anda ki bunu hiç beklemiyordum. Aralarda
gölgesi koyu ve büyük yüksek ağaçlara rastlar olmuştuk. Aşırı sıcakların neden
olduğu su kaybı ben de tansiyon düşmesine neden oldu. Tuzlu leblebilerin de
kafi olmaması ile birlikte ağaç gölgesi altında kaybolduğumuzu da kesin anlamış
bulunuyorduk. Bir çıkış yolu ararken ileride gözümüze seralar takılmaya
başladı.2-3 ailenin yaşadığı, ailelerin geçimlerini domates seracılığından
sağladığı yerleşim bölgesine kendimizi attık. Bir Türk misafirperverliği ile
misafir edildik, Soğuk sular, lezzetli domatesler ile beslendik. Yemeklere
çağrıldık ama daha yeni mideye indirilmiş sandviçlerin çantada sağladığı hafiflemenin
tadına varmadan mideyi doldurmak istemiyorduk. Hoş sohbet tatlı muhabbet
giderken yerliler bizim yolumuzun neden oralara düştüğünü merak etti. Biz de
aldığımız ısırgan köpek duyumları, serin sularda serinleyen amcanın bizi
geldiğimiz tarafa doğru yönlendirmesinden bahsederken, küçük görümce ‘uyyy, siz
sarhoş S’ye rastlamışınız “ demez mi? Sarhoş S’nin ilk vukuatı olmadığını da öğrenince,
oralara kadar yanlış gittiğimize mi yanalım yoksa Sarhoşun aklına kanıp da
tabeladaki okların yönüne dikkatli bakmamamıza mı yanalım bilemedik. Bir görev insanı olan Anıl’ın sıcağa bakmadan
yolu geri dönüp doğru yolu yürümemiz fikri, oy birliğince reddedilip, domatesçi
amcanın verdiği tavsiye ile ana yola çıkıp Üçağıza bir araba çevirmeye karar
verdik. Ama ayrılmadan da , dışarıdan çok çok daha sıcak olan seralarda şıpır
şıpır terleyip, domateslere bakıp üzerine bizi ağırlayan köylüler ile sıkı sıkı
sarılarak vedalaştık.
Ne yapalım, Anılı susturmak zor olsa da bu
sıcakta geri dönüp o yolun başına gidip yola tekrar başlamamız mümkün
gözükmüyordu. Hele hele orada S amcayı görsek neler hissederdik? En iyisi bu
yola girişmeyip tıpış tıpış anayola çıkıp kendimizi ilk geçen araba ile Üçağıza
atmaktı. Bir de yola çıkınca fark ettik ti, aslında gitmek isteyip de
gidemediğimiz Myra’ya doğru yola çıkmışız. Ama bu sıcaklar altında erirken
kendimizi sadece Üçağıza atmak istiyorduk.
Aslında yola çıktığımızda hedefimiz günü
Simena(Kale) de bitirmekti. Ancak Simena’ya araç ile ulaşım yoktu, yani Üçağıza
vardıktan sonra ertesi gün yürümeyi planladığımız Üçağız-Simena arası 3 km’lik
gayet kolay yolu tekrar yürümek
zorundaydık.
Üçağıza bir araçla varıp, soğuk içecekler ile
kendimize geldikten sonra gözümüze karşıdan gelen Kanocular gözüktü. O gün
yolun büyük kısmını yürüyemediği için vicdanı yerle bir zıpzıp ve durumundan
gayet keyif alan ama kanoculara imrenen Özgüne bizim ip kollu T, son gün kano
yapma önerisinde bulundu. Kendi ince ve güçsüz kollarıma bakıp bu fikirden çok
hoşlanmazken, bir anda sıcağın altında sürekli denizin ortasında olma fikri de
cazip göründü. O zaman fikir iki gün sonra değerlendirilmek üzere Üçağız’dan
Kekova yöresine kano turları yapan ekiplerle konuşuldu ve anlaşıldı. Kim
bilebilirdi ki T ve benim grubun çürük elması olacağımızı… dışardan çok komik
ama bizim için hayal kırıklığı olan maceralarımı da sanırım başka yazılarda
anlatacağım…
Bilgi Görgü Böcüğü: Likya devletlerinden olan
ve Aperlai (Sıçak’a) bağlı olan Üçağız (Teimiussa),Kekova Adası ve Simena
(Kale) nin bulunduğu bölgeye Kekova bölgesi denmektedir. Aperlai’ya bağlı olan
bu küçük devletler daha sonra Roma zamanında bağımsızlıklarını da ilan
etmişlerdir. Belki de Likya Yolu’nun en çok tarihi eserle dolu bölgesi Kekova
Bölgesi. Yaşanan büyük deprem sonucu şehirlerin birçok kısmı deniz altında
kalmış. Kekova adası, Aperlai, Üçağız’ın bazı kıyıları ve Simena’da birçok
batık şehirle karşılamak mümkün. Kekova’da sanırım izin yok dalış için ama
Aperlai ve Simena da şnorkel ile görebildiğiniz kadarıyla su altı batık
şehirleri görülebilir. Ayrıca kara ulaşımı sadece Üçağız’a var. Diğer bölgelere
tekne ya da Likya yolu ile ulaşım mümkün. Bölgenin çok değişik bir coğrafi
yapısı var. Genelde yerlerde iri kayalar var, gölgeli ağaç bulmak çok zor.
Yürüyüşlerin daha serin kapalı günlerde yapılması gerçekleşebilir. Ama her an
sanki tarih içinde yürüyormuş gibi hissedebilirsiniz. Her yerde devasa kendine
özgü stili ile Likya mezarları boy göstermekte.
Ferahlayıp, dinlendikten sonra güneşin yakıcı
etkisi de yavaş yavaş azalmaya başlayınca biz de artık Üçağız-Simena arası yolu
yürümeye başladık. Herkes bize orada Opet tarafından yapılmış yeni tuvaletin arkasındaki
yolu gösterip duruyordu yolun başlangıcı olarak. Bizse bir türlü anlayamadık. Neresi
yoldu, hiç de tabela yoktu. Bir anda beli hafif kırılmış yaşlı ama sevimli bir
teyze çıktı karşımıza, ben sizi götürürüm dedi. Biz de arabanın da geçtiği
belli yoldan ağır ağır gitmeye başladık. Hasta kardeşine ekmek götüren teyze
konuştu, biz dinledik. Yaya yolunun bitip Likya yolu tabelalarının başladığı
tersaneye kadar teyze bize eşlik etti. Tersanenin orada enerjimizin biraz
yerine gelmesini fırsat bilerek batık gemi manzarası ile Gamgam style denemeleri
yaptık, sonuç başarısız.
Teyzenin yerini tersaneden küçük bir köpek
aldı. Simena kalesine kadar bizi takip etti. Kalenin etrafında sıra sıra Likya
mezarları var, Kale de Likya Döneminden kalmış olmasına rağmen oldukça
korunmuş. Ne yapalım gün içinde yeterince harcayamadığımız enerjiyi kalenin
tepelerinde tepinerek harcamak gerekiyordu. Köpecik de akşam kararana kadar
bizi takip etti. Kale dışarıdan korunmuş ama iç kısmında pek bir şey yoktu.
Müze kartlarımızın yanımızda olması da bize 8 TL kar ettirmişti.
Kale gezisi de bittikten sonra havanın
kararması ile serinleyen ortam ile gün içinde sürekli içimizi tırmalayan denize
girme aşkı da gitgide azalmaya başladı. Biz Mehtap Pansiyona yerleşirken Zıpzıp
da kendini lahitlerin yanından durgun sulara atıverdi. Ben de köylülerin
karşıdaki kayalıklara bıraktıkları tavukların yumurtalarını almaya denizden
yürüye yürüye gittiklerini görünce Lahit çevresinde bol bol dolandım taa ki
çılgın bir yengeç bana su içinden kıskaçlarını gösterene kadar. Artık sudan
çıkma zamanı gelmişti. Ama bu arada lahitin etrafında boy boy poz verirken T’ye
kendimi inşaat firmalarının pırt pırt ortaya çıkıp, kısa sürede gökleri delmek
için hızla yükselen yok rezidans yok süper lüks sitelerinin reklamlarında
oynayan ünlüler gibi hissettim.
………’dan kelepir lahitler. Kekova adasının
sakinliği ve güzelliği arasında Krallara layık bir lahit. Neden sizin de
olması? 36 ,48,64 ay vadeli ödeme koşulları ile güzel lahitlereJ)
Fazla geyik yapmış olabiliriz ama komik değil
mi?
………’dan kelepir lahitler. Kekova adasının
sakinliği ve güzelliği arasında Krallara layık bir lahit. Neden sizin de
olması? 36 ,48,64 ay vadeli ödeme koşulları ile güzel lahitlereJ)
Fazla geyik yapmış olabiliriz ama komik değil
mi?
Hava karardıkça Simena’da ışık seviyesi minimuma
indi. Yeni ay olmasından dolayı elimizi uzatsak yıldızları toplayacakmışız gibi
oturduğumuz masamızda tıka basa yedik mi yedik, keyfimize keyif kattık mı
kattık. Zıpzıp hariç hiçbirimiz rotayı tamamlayamadığımız için vicdan azabı duymuyorduk
neyse ki…ortamdaki tek ses arka masamızdaki çiftin konuşmaları , bizim masanın
aç bedenlerinin iştahlı şapırtıları ve
teknolojisi hastası T’nin akıllı telefonundan garip sesler çıkaran sinek kovar
uygulaması idi. Sanki gökyüzü yıldızları üstüne serpmiş deliksiz bir huzur
uykusuna dalmıştı. Gün içi yorgunluk, ertesi gün sıcaklar altında Aperlai’ye
yolculuk planları esnemeleri getiriyordu… Ahh yıldızlar öyle güzel ki, bu
güzellik gökyüzünde dururken uykuya yenilmek ne acı…

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder