Feribotta üzerimizi saran şal, peştamal gibi bilumum acil durum ısıtıcılarından kurtulma zamanımız gelmişti artık. Yumuşak bir sesten Santorini’ye vardığımıza dair uyarılar alıyorduk. Hoş o kadar dümdüz ve sessiz ilerliyordu ki feribot, uyarılar olmadan asla vardığımızı anlayamazdık. Aşağı kata arabaların bulunduğu yerdeki kocaman kapağın açılmasını bekledik biz de diğer yolcular gibi. İçerinin soğuğuna inat dışarıdan yüzümüze sıcacık bir hava esmeye başladı. Akşamlarının serin geçtiğini duyduğum ada yoksa beklediğimden sıcak mıydı? En son 1953 yılında patlayan ve hala aktif yanardağı bulunana adaya yaklaşırken feribotun camından gördüğüm tek tük ışıklar bana aday dair gizemli bir hava hissettirmişti. Eskiden batıp kaybolan Atlantis adası olduğu sanılan ve buluntularda Türkiye’de Sinop’ta bile bu adanın patlaması ile oluşmuş krater gölleri olduğunu duyduğum ada hem her zaman patlamaya hazır olması ile bir kadının adet dönemi öncesi sahip olduğu güzelliği yerle bir edecek adet öncesi sendromlarını hatırlatıyordu. Her an patlamaya hazır bir güzellik…Bir güzelliğin böylesine insanı gergin etmesi başka türlü nasıl anlatılabilir ki?
Feribottan
inen kalabalığa kaptırdık kendimizi, ellerinde dövizlerle bekleyen insanların
yanına gittik. İşte beklediğimiz görüntü,
kalacağımız otel Villa Murano’nun dövizini tutan otel sahibi. Bu oteli
hem ücretsiz 24 saat liman transferi olduğu için hem de uygun bir fiyat verdiği
için rezervasyon yapmıştık. Yaklaşık 45 avro, kahvaltı hariç, 2013 Temmuz
fiyatı. Santorini belki de lüks oteller cenneti olmasına rağmen bizim
beklentimiz sadece 1 tam gün geçireceğimiz adada sabaha kadar
konaklayabileceğimiz bir yerdi. Hemen
bizi arabasına götürdü otel sahibi ve karanlık ve virajlı yollardan dolana dolana
limandan dağlık tepeye tırmandık. Otelin karşısında başka bir adanın ışıkları
gözüküyordu. C şeklindeki adanın karşısındaki volkanik bölge miydi gözüken bir
türlü anlayamadım. Yorgunduk hemen cup yatağa. Ada aşırı sıcak olduğu için
feribot korumalarımızdan hemen
kurtulmalıydık.
Sabah
gözümüze ilk ışıklar geldiğinde dışarıyı kolaçan etmek için bir çıktım.
Kaldığımız otel çok başarılı değildi ama Fira şehir merkezine oldukça yakındı.
Yaklaşık 10 dakika yürüme mesafesi. . Odadan dışarı çıkınca aşırı sıcağa eşlik
eden güneş gözümü aldı. Tepeden aşağıya bakınca gördüğüm manzara hiç de
fotoğraflarda gördüğüm muhteşem Santorini manzarası değildi. O zaman anladık ki
biz aslında adanın arka tarafındayız. Yani volkanik dağa bakmıyoruz. Kahvaltı
almadığımız için erkenden kalkıp karnımızı doyurup sonra da araba kiralayıp
gezmeye başlayacaktık. İlk hedef Fira, sonra Oia ve Imerovigli. Heyecanlı ve
muhteşem manzaralı bir gün beklemekteydi . Otel sahibi bize ne yapacağımızı
sordu. Özellikle de bot turuna çıkıp çıkmayacağımızı. Santorini de plajlar çok
başarılı olmadığı için Volkanik adaya bol bol tekne turu düzenleniyormuş.
Böylece insanlar sıcacık termal denize girme keyfi yaşıyorlarmış. İkimizde de
kırgınlık olduğu için plaj planlarını gün içindeki durumumuza bırakıp öncelikle
adayı gezmeye karar vermiştik. Bu arada adanın tadını çıkarmak için 3-4 güne
ihtiyaç olduğunu düşünenlere karşıyım. Biz bir günde görülmesi gereken yerleri
doya doya gezdik hatta zamanımız bile kaldı. Denize bile girebilirmişiz canımız
istese. Özel bir heves yoksa 1 günde rahatlıkla gezip görülebilecek ada. Yine
de tercihe göre değişebilir. Otel sahibi akşam 11 de gelirsek bizi limana geri
bırakabileceğini de söyledi. Çok cazip bir teklifti aslında bu, araba kiralayıp
arabayı limanda bırakma hayallerimiz olmasa. Yine de düşünüp bana haber verin,
olmadı telefon edin dedi Yunanlı kardeş. Santorini’deki Yunanlıların biz
Türkler ile dertleri yokmuş neyse ki, zaten neredeyse hiç Türk yerleşimi yok
adada. Otelin çok beğenmediğimiz manzarasını terk edip otel sahibinin söylediği
patikadan Fira’ya doğru yol almaya başladık. İlk izlenim volkanik bir ada olmasından dolayı adanın çok kuru
olması, neredeyse boyu geçen hiç ağaca ve yeşilliğe sahip olmaması idi. Sanırım
toprak çok verimli değil bu yüzden her yer kupkuru gözüküyor, neredeyse çöl
kıvamında. Santorini belli ki topraktan alamadığı verimi turizmden alıyor. Ama
adalar arasında en farklısı olduğu kesin. İlk mavi kubbeli kilise de gözümüze
iliştik. Bana iyice heyecan bastı, muhteşem manzaralara bakıp harika fotolar
çekmek istiyordum.
Ve
Fira’nın güzel yapılaşmasının olduğu adanın öbür tarafına geçiş yaptık. T ben
açıktım diyor, ben ise ışık iyiyken fotoğraf çekmek için cebelleşiyorum.
Karnımızı bir sandiviççi de doyurduktan sonra hemen başladık Fira’nın
sokaklarında dolaşmaya. Bir yandan aşağıdan Cruise gemileri ile gelen insanlar
teleferikle Fira’ya çıkıyor, bir yandan da daha cesur insanlar aşağıdan eşek
üstünde çıkıyorlardı. Eşekler için istasyon bile var, ama saman istasyonu
ayrıca var mı bilmiyorum. Yukarıdan aşağıya, aşağıdan yukarıya iki yönlü hem eşek
hem teleferik trafiği hızla akıyor. Fira
çok sevimli bir yer. Henüz sıcak bastırmadı, rahat geziyoruz ama yine de
terledik. Günün ilerleyen saatlerinde de keşfettim ki, Santorini bir doğa
harikası değil, aksine çok dezavantajı olan bir yer. Ama dezavantajı güzel bir yapılaşma ile
avantaja çevirmiş Yunanlılar. Belediye
politikası mı bilmem, bir çok Ege kasabasında da olduğu gibi herkes kireç
beyazı çivit ve mavisi kullanmış mekanlarında. Kimse kendini farklılaştırmaya
çalışmamış. Kimse kimsenin manzarasını kapamaya çalışmamış. Bu da adaya hoş bir
hava vermiş. Kapadokya’da nasıl mağara oteller, evler varsa, burada da volkanik
yapı mirası bol bol mağara otel var kireç beyazı. Zaten bu kadar sıcak bir
adada kireç beyazından başka bir renk kullanmak uygun olmazdı, ama mavilerde mi
bu kadar uyumlu olur. Mağara oteller ise genelde Oia tarafında bulunmakta.
Adanın iç kısımlarında ise normal binalar var ama yine de özenli olunmuş renk
ve yapı seçimlerinde.
Mavileri,
beyazları, bazen sarıları…Kiliseleri, çanlari ve otellerinin havuzlarında yüzen
insanları fotoğrafladım Fira’da. Ama hava oldukça sıcak olmaya başlamıştı.
Yeterince Fira sokaklarını arşınladığımızı düşününce araba kiralamaya karar
verdik.
Verdik
de saat 12 olmasına rağmen uygun araç bulamıyoruz. Tüm küçük arabalar(Smart)
kiralanmış. Fiyatlar çok yükseğe geliyor. Hem de akşam limanda bırakmak
istersek ya kabul etmiyorlar ki akşam 9 da getirin diyorlar ya da 20-30 avro ekstra para istiyorlar. Zaten
günlük araç kiralama en az 45-50 avro. Atv’ye bakıyoruz. Aşırı sıcaklarda hiç
mantıklı gelmiyor üstelik onu limana hiç bırakmamıza izin vermiyorlar. Acaba
denize de girmeyeceksek otobüsle mi gezsek felan derken, karşımıza uluslararası
alanda hiç tanımadığımız yerel bir araba kiralama şirketi çıkıyor. Akşam limana
da bırakacak şekilde günlük 50 avroya anlaşıyoruz araç için aracı. Zaten gün
içinde çok da gezmeyip sadece aracı Oia Fira arası kullandığımız için 10
avroluk benzin de yetiyor. Bu arada şirketin adı Spyridakos Rent a Car, Thira.
Mutlaka fiyat sorunuz.
Neyse
çıktık yola vardık Oia köyüne. Bu köy Santori’nin en pahalı köyü. Adanın tam
köşesinde. Köyün her tarafında sanat galerileri mevcut. Bu galeriler de genelde
adanın güzelliklerini içeren değişik fotoğrafları barındırıyor. Oia köyünün
diğer özelliği ise gün batımlarının meşhur olması. Herkes gün batımında buraya
geliyor ve denize batan güneşi akışlarla şaraplarla kutluyor. Gittiğimizde
aşırı bir sıcak vardı. Serinleyecek gölge bulamamanın çaresizliği içerisinde
kendimizi ilk olarak bir kiliseye attık. Ben böyle süslü kilise görmedim
dedirtecek derecede süslü şaşalı kilise gözümüzü çok alınca dışarı çıktık. Bize
önerilen tek plaj Red Beach de adanın teee öbür ucunda kalıyordu. Biz de gitmek
istemedik. İyi ki de gitmemişiz. Kayalıkların arasından inilen her tarafı açık
kırmızı kumlu plajı görmesek bir şey kaçırmayacağımız kesindi ülkemizin
muhteşem koylarını düşünürsek. Hava o kadar sıcaktı ki, ne fotoğraf
çekilebiliyor ne de adım atılabiliyordu. Kendimizi önce güzel manzaralı Melevio
cafe de dinlendirdik. Ben yine hastasıyım Mythos’a yanlış hatırlamıyorsam Foccacia
ile eşlik ettim. Ama İtalyadaki emekvari Foccaiadan çok farklı olarak karşıma bol
zeytinli, soğanlı, lor peynirli ve sumaklı küçük pizza dilimi geldi. Kesinlikle
çok iyi idi ve Mythos ile rakı balık ilişkisine benzer bir ilişki içindeydi bu
pizza dilimi. Ama çok küçüktü ve oldukça pahalı idi. Biraz da başka yerde
konaklarız dedik. Mezzo cafe’ye geldik bilmeden. Bu cafe köyün tam ortasında
merkezi bir yerde. Önünde o kadar çok fotoğraf çektiriliyor ki, bu olay bile
izlenerek saatler geçirilir. Ama bir yere kadar oturulur, soğuk kahve, soğuk
su, meyve suyu iç iç bayıldık. Saat 6 oldu da kendimizi dışarı attık. Hala çok
sıcak ve gölgesizdi her yer. Zaten tek tük olan ağaçlar da rüzgarın şiddetinden
tek yöne eğilmişlerdi. Buraları dolaşalım sonra Imerovigli’de gün batımını
izleri diye düşünüyorduk. Çünkü saçma bir gün batımı ritüeli izlemek istemiyorduk.
Zaten saat de ilerledikçe sokaklarda yürümek hem zorlaştı hem zevksizleşti.
Çünkü eline içkisi alan herkes günbatımı izlemeye geliyordu. Bu aşırılığa
dayanamayıp güneş yavaştan aşağıya indiğinde arabaya atladık. Imerovigli ise bomboştu. Neredeyse Oia kadar güzel ama
çok sakin bir yerdi. Günbatımı da gayet hoş gözüküyordu, ne kadar farklı
olabilir ki zaten.
Güneşi
de batırırken (hava inanılmaz derecede soğumaya başlamıştı, tamamen çöl havası)
Fira’ya geri döndük. Güzel bir yemek yiyelim dedik. Fira’da merkezde hoş bir
manzaraya sahip gayet elit gözüken Assyrtico şarap evine girdik. İstediğimiz
bir akdeniz makarnaydı ama gelmesi gayet uzun sürdü. Neyse ki ödül aldıkları
domatesli mücveri yemişiz önden. Adını hatırlamıyorum yemeğin ama tadı aklımda.
Denenebilir. Pembe şarap Atlantis muhteşem olmasa da fena değildi.
Artık
limana gidip adayla vedalaşma zamanı. Ertesi sabah Kos’tan Bodruma giden yunan
teknelerine bineceğiz sabahtan çünkü akşama kadar bekleyip Kos’ta zaman geçirmek
istemiyoruz. Yine bir feribot macerası bizi bekliyor. Şallar, peştamallar
çantadan dışarı.
Bu
arada çektiğim fotoğrafları da aralara yerleştirdim. Umarım beğenilmiştir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder