20 Ağustos 2013 Salı

Komşunun dibisinnnn:Kos




Amaç Santorini, araç Kos idi. Bol bol ışıkları bize göz kırpan ada nedense yıllardır hiç dikkatimizi çekmemişti. Biz hariç kalan aile eşrafının Mayıs ayında yaptıkları ziyaret bizi de meraklandırmıştı. Hem Santorini’ye feribot akşam saatleri gidiyordu, günü birlik bir Kos gezintisi de fena olmazdı diye düşündük. Kos Bodrum, özellikle de Turgutreis’e çok yakın olduğu için her gün iki taraflı feribot mevcut. Genelde sabah giden feribotlar akşam 4 buçuk 5 gibi dönüyorlar.
Biz de en yakın durak Turgutreis’ten 20 dakikalık Türk feribotuna bindik. Aldık ya tecrübeleri bizimkilerden, uygulayacağız. Önce küçük tren turu ile biraz gezinti, belki bir plaj turu ve Nick the Fisherman’da güzel bir yemek ve mutlaka Mythos. Mythos için Ayhan Sicimoğlu’nun meşhur lafını kopya çekebilirim “Hastasıyım”.
Limanda biraz uzun bir sıranın önüne geçme mücadelemiz, Avrupa birliği vatandaşlarının önceliklendirilmesi ile suya düştü. Ellerimde annemin tipimize bakmadan sanki 1 hafta yolculuğa çıkıyormuşuz ya da Somaliye gidiyormuşuz gibi tutturduğu şeftali, portakal, börek çörek dolu poşetin ağırlığını hissetmeye başlamıştım bile.  Pasaport kontrolünü geçip de kıyıdan adanın içine yürümeye başladığımızda ise bana adada olmanın verdiği bir hapis duygusu ağır geldi. Akşam bineceğimiz feribotun internetten aldığımız biletini bastırmalıydım hemen, zaten Santorini’de bizi limandan alacaklar mı almayacaklar mı diye acayip streslenmiştim.




Bilgi görcü böcüğü: 2013 kayıtları ile Santorini’ye ulaşmanın en kolay yolu (pırpır uçaktan ve uzun Atina aktarmasından hoşlanmıyorsanız) feribotla gitmek. Tanıştırayım Blue Star Ferries. İnternetten bileti alıp, Kos adasında bilet çıktısını almanız gerekiyor. Hemen liman çıkışında sağ tarafa yürüyüp karşıya geçince belediye binasının altında bulabilirsiniz firmanın ofisini. Biletler ekonomik alırsanız gidiş dönüş 35 avro civarında. Yalnız her gün feribot yok, genelde iki günde bir. Dolayısıyla giderseniz ya ertesi gece dönmeniz gerekiyor ya da 2-3 gün daha Santorini’de kalmanız, ada fobiniz yoksa…
İkinci mühim bilgi, Santorini’ye feribot gecenin geç saatleri varıyor ki o saatte çok fazla taksi imkanı olmuyor. Ya da taksiler hemen bitiveriyor. Sizi ücretli, ücretsiz limandan alan bir otele rezervasyon yaptırmanız çok akıllıca oluyor. Böyle gece gece perişan olmaktan kurtuluyorsunuz.  Booking.com’da resepsiyonu gece de açık, limandan transfer yapan uygun otel bulmakta oldukça zorlandım doğrusu. Limana en yakın yerleşim birimi Fira olduğu için bu civardan otel odası ayırtılabilir.  



Oda ayırdığım otele hem mail ortamında hem de Booking.com aracılığı ile limandan transfer istediğimizi belirtmiş ama bir türlü geri bildirim alamamıştım. Gece gece açıkta kalmanın yarattığı gereksiz bir gerginlik vardı üzerimde. Kol kaslarım ise şeftali, börek, portakalların etkisiyle aşağı doğru akmaya başlamıştı. Hemen liman çıkışı sağdaki tren bileti satan kadına Blue Star Ferries’in ofisini sordum. Fiş makinasına kağıt koyan kadın pişkin pişkin bana sorumu cevaplayamayacağını, aynı anda iki işi yapamadığını söyledi. Bu laf üzerine gerginliğim sinirle buluştu, hemen geriye dönerek T’ye “gıcık kadın Türk olduğumu anladı, bana gıcıklık yapıyor. Hem de iki işi bir arada yapamıyor” diye sinirlendim.  “Ben bulurum ofisi, ahha karşıda hemen karşıya geç” dedim. İşimiz hallettikten sonra gerginliğimden nasibini ellerime ağır ağır poşetleri tutan annem aldı. Bütün gün bunlarla gezemem, hadi şu parka gidip tüketelim. T, gergin halimden korkmuş olacak ki, itiraf ediyorum ancak Mythos aldı gerginliğimi” hemen ilk bulduğumuz parka oturup meyveleri tüketmeyi teklif etti. Hem söylendim hem de hiç hoş bulmadığım parkta sıcağın altında meyveleri tükettik. Bizimkiler daha önce geldiklerinde hep Türk olduklarının fark edilip “Hoş geldin komşu diye sempatik karşılandıklarından bahsetmişlerdi.  Neden o kadın bana gıcık davranmıştı? Çok gergindim. Meyveler azalıp yüküm biraz azalınca, hem de T kalan yükü çantasına atınca bayağı rahatladım. Bol bol palmiye ile süslenmiş, teknelerin bulunduğu sahilden yürüyerek geri gittik tren gezisi satan yere. Amacımız ada hakkında fikir sahibi olmak ve ondan sonra günümüzü planlamaktı. “Ben bilet almam o kadından” dedim ve T’yi gönderdim savaş meydanına. Bir de ne göreyim T halinden oldukça memnun sohbet ediyor bayanla. Neler oluyor? Günümün kötü geçmemesi amacıyla anlamsız gerginliğimi üzerimden atarak kalabalığı yarıp arabanın ön vagonuna binip, kendimi geziye bıraktım. Yeşil tren yavaş yavaş ilerlerken sağı solu anlatan bir ses geliyordu. Sağda gördüğünüz muhteşem kalıntılar zamanın yerleşim birimimiymiş, pazarıymış gibi. Maalesef Türkiye’min karış karış arkeolojik kalıntılarını görünce bu kalıntılar bana pek bir şey ifade etmedi ama yine de sonra aralarında şöyle bir gezmeyi kafaya koydum.



Mini mini yolculuk bitti.  Kalıntıları, meydanını bir de kalesini gezelim yeter dedik. Zaten ada bizim kıyı kasabalarından çok farklı değil. Sadece bazı yerlere göre daha düzenli ve bakımlı denilebilir. Çok yaşlı ağaçlar var her yerde. Bir de her yerde bisiklet yolları ve bisikletliler. Hollanda anılarım ve oradaki sevgili bisikletim Mercimeği özletti bu görüntüler bana. Kos adasında havaalanı var ve genelde Avrupa’nın charter uçuşlarının büyük kısmını ele geçirmiş Ryan Air buraya bol bol uçuyor. Özellikle de Kuzey Avrupa’dan. Oradaki insanlar da bisiklet alışkanlıklarını buraya taşımışlar, belediye de bisiklet yolu yapmış her yere. İyi de olmuş.



Önce Kos meydanına gittik. Meydanın hemen solunda altında bir cafenin bulunduğu ve babamın bu yüzden oldukça sinirlendiği Defterdar İbrahim Paşa camisi var. Yanındaki marketi de gezdik ama ben paketler içinde bizimkiyle alakası olmayan turistik baklavaları, kadayıfları paketler içinde  görünce az biraz sinirlendim. Döner, dolma, cacık, rakı ve kahveden sonra yeni bir savaş ufukta gözüküyor sanırım. Baklava, kadayıf savaşları. Zeytin ve zeytinyağların üzerindeki acayip fiyatları da görünce kendimi zar zor attık dışarıya. Arka taraflardan giderek kalıntılara bakalım bari dedik. Önümüze tek dişi kalmış canavar misali tek bir minare çıktı. Üzülsek mi sevinsek mi bilemedik. Genelde koruduğumuz kiliseleri aklıma geldi, ama sonra Göremedeki kiliselerin resimlerinin taşlanmış olması aklıma geldi. Yorum yapamadım. Kimin haklı, kimin haksız olduğunu anlayamadığım bir savaşta buldum kendimi. Aslında hepimiz aynı Tanrıya farklı yollardan inanıyoruz diye binlerce yıldır insanlığın yaşadığı acılar aklıma geldi. Daha fazla düşünmek istemedim. Kendimi Roma kalıntılarına vurdum. T dolaşmak istemeyince, tek başıma dolaşayım dedim, d emez olaydım. Bir an etrafımda kimsenin olmadığı bir yerde karşıma uzun siyah kıyafetlerinin kendisini daha da kara göstermiş kuru mu kuru esmer mi esmer bir bayan çıktı. Simsiyah saçlarını tepesinde toplamış bu kadının sevimsiz suratına itinayla eşlik eden derin kırışıklıklar kendisine dünyadan değil de Roma efsanelerindeki yer altı dünyasından geliyormuş izlenimi veriyordu. Belki de zamanında çok Zeyna seyretmiş olabilirim ama bu bayanın kendisiyle gayet tezat duracak derecede elindeki beyaz dondurmayı sallaya sallaya peşimden koşması ben de adrenalin patlaması yarattı. Bu kadar turistik bir yerde bu kadar korkunç bir dilenci ile baş başa kalmak çok sıkıcıydı. Adımlarımı hızlandırdım önüme çıkan tepeleri kadın arkamdan koşa koşa gelirken aştım ve birkaç insan gördüm. Rahatladım. Kuytudan kurtulmuştum. Hala arkamdan bağıran kadın benimle uğraşmaktan vazgeçti ve ters istikamete gidince ben de koşa koşa T’me koştum. T’m beni sakinleştirmek için Kos meydanına geri dönüp hemen sağ köşedeki dondurmacıda dondurma ısmarladı. Dondurma fena değildi, sakinleştim taa ki hesabı görene kadar. Bu kadar hesap abartıydı. Sonra anladım ki Yunanistan yeme içme konusunda oldukça pahalı, içkiler hariç. Denize girmeme konusunda acayip kararlıydık. Şimdi plaj bul, duş bul,akşam da feribot var. Üstelik kimse bizim Türk olduğumuzu anlayıp, sıcacık Komşu muhabbeti de çekmiyor. Hep o T’nin uzun ince tipi, annesinin deyimiyle davulcu şortu, turist şapkası yüzünden. Kimsenin aklına normal bir Türk’ün bu kadar ince, zayıf, uzun ve Türk kasından mahrum olacağı aklına gelmiyor. Kos meydanının etrafındaki bol bol hediyelik eşya satan, bizim Ege sokaklarına benzeyen sokaklarda geziyoruz sonra arka sokaklardan giderken kaleye doğru yaklaşıyoruz. Karşımıza yine kullanım dışı bir cami çıkıyor. Caminin bahçesindeki abdest alınan çeşmenin ayaklarının Bizans sütunlarına benzemesi de dikkatimizi de çekiyor. Bu çeşmenin hemen yanında kocaman içi yarık bir ağaç vardı. Meğer Bu ağaç Hipokratın zamanında altında ders verdiği ağaçmış. Tabii bu biyolojik olarak mümkün olmasa da, yer olarak doğru olabilir. Tam bir köprü ile geçilen Kaleye doğru yol alıyordum ki T dedi ki senin oğlan gelmiş. Adaya ilk geldiğimizde heyecanlı bir şekilde feribot ofisini ararken ilk bankta oturmuş, sıska esmer 8-10 yaşlarında havalı güneş gözlüğü ile bir yandan caka yapan bir yandan da elindeki Yunan sazı diye tanımlayabileceğim müzik aleti ile yanık yanık şarkı söyleyen çocuk dikkatimi çekmişti. Söylediği yanık şarkılar çok hoşuma gitmiş ama aceleden kendisini kaybetmiştik. Şimdi yine karşımıza çıktı. Hem de bonusu, Kızkardeşi ile. Oturduk karşılarına koyu gölgeden de faydalanarak, ee biraz da ceplerini doldurduk. Hele hele “veresiye vere vere kalmadi, kalmadii, Allah canimi almadi almadi” diye bizim yörelerin şarkılarını da Türkiye’de yaşayan Rum şivesiyle söylediklerinde verdiğim bozuklukların hakkını almanın verdiği mutluluk ile kaleye gezmeye karar verdik. Ama o da ne kale, içinde kalıntıların olduğu kaleyi gezmek 3 avro. Vazgeçtik hemen…







Artık yemek mi yesek? Başladık Nick the Fisherman’ı aramaya. Dolanıp duruyoruz, bir türlü bulamıyoruz. Bir oraya bir buraya sorarak limanın tam karşı kıyısına gelen plajın yan tarafındaki restaurantı bulduk zar zor. Ama o da ne? Kapalı. Neden? Günlerden Pazartesi. Sağa sola bakıyorum, ekşi sözlük ve blog çalışmalarında gözüme ilişen Caravelle restaurant dikkatimi çekiyor. Buranın adanın eski Türklerinden Fatma teyze tarafından işletildiğini okumuştum. Burayı bulana kadar canımız çıktı zaten. Hadi girelim. İyi ki de girmişiz. Nick the Fisherman sokağa anlamsız anlamsız bakarken Caravelle denizin dibinde, oldukça da şirin bir mekan. İçeri giriyoruz. Türküz ya anlarlar herhalde hemen Türkçe konuşurlar diye bekliyoruz. Oturuyoruz menü geliyor, her yerde burada Türkçe konuşuyoruz yazıyor ama kimse bizimle Türkçe konuşmuyor. Ay yine anlamıyorlar, sırt çantalarımız ve T’nin sıradışı tipi yine Türkü gözünden anlayan tiplerin dikkatini dağıtıyor. Biz de Türkçe konuşacağız ya canımız hiç istemiyor İngilizce kelimeleri. Zavallı garson kız cımbızla çekiyor ağzımızdan kelimeleri. Biz yeterince mızmızlandıktan sonra bize nereli olduğumuzu soruyor. Ohh be Türküz işte, yok mu konuşan Türkçe? Kız gidiyor ve en sonunda o kadar garson arasından en az Türke benziyor diyebileceğim Fatma Hanım geliyor. Ne yiyelim ne?  Zaten ben Hastasıyım Mythos içeceğim de yanına? T’nin standart yemeği kızartma, kalamar tava, Simi karides (simi adasının civarında çıkarılıyormuş), Santorini fava (favayı da Santorini kapmış) bir de saganaki peyniri istiyoruz. Fatma Hanıma diyorum ki Benim T yemez karides felan, bak tipimizinden de midemizin çok büyük olmadığı belli, yarım porsiyon yap bize herşeyi özellikle de balıkları diyorum.









Yemekler geliyor.  Önce tavada sıcacık saganaki peyniri. Sıcakken güzel ama soğuyunca lastik gibi oluyor bu peynir, çok da doyurucu. Hellimden çok da güzel değil. Kızartma bol sarımsaklı,, tam bizim damak tadımız. Karidesler beklentimin çok çok ötesinde kuru, ama ağır değil ve lezzetli yine de çok geldi kedilerle paylaştım. Fava ve kalamar güzel, Mythos harika,, hastasıyım. Tabii ki bitiremiyoruz yemekleri, çünkü ya Fatma hanım unuttu yarım porsiyon yaptırmayı çünkü porsiyonlar gayet büyüktü ya da serviste bir hata oldu. Çünkü Fatma hanım bize gelen servislere bakarak “bizim yarım porsiyonlar bile büyük değil mi” derken sanki bir hatayı kapatmak istermiş gibi suratını ekşitti. Zaten hesap da biraz beklediğimizin üzerinde geldi. Neyse artık. Caravella da yemeklerimiz bitmesine rağmen ön masada denizin dibinde keyifli keyifli saatler geçiriyoruz. Hem bir Türk müessesine para kazandırmak hem de güzel bir mekanda zaman geçirmenin verdiği huzur ile son bir akşam üstü yürüyüş yapıp heyecanla feribot maceramızı bekliyoruz.





Limana geldik. Bekleme salonu şeklindeki Açıkhava koltuklar tıklım tıklım. Saat gelmiş olmasına rağmen feribot da yok ortalıkta. Şık arabalar da sıraya girmiş durumda, bekleme alanında ise bir çoğunun balayında olduğunu tahmin ettiğim bol bol genç çift mevcut.
Bekliyoruz , bekliyoruz. Ve kocaman gövdesiyle mavi feribot uzun uzun düdüğünü öttüre öttüre yaklaşıyor. Bekleme salonunun kapıları açılıyor. Daha önce Ryan air da yaşadığım maceraya benzer şekilde kapılar açılır açılmaz insanlar feribota koşmaya başlıyor. Yine T ile birbirimize şaşkın şaşkın bakıyor, şoku atlattıktan sonra da biz de koşan gruba katılmaya başlıyoruz. Feribot o kadar devasa ki,  tepesini görebilmek için boynunuzu tam olarak çevirmeniz gerekiyor. Yolculardan sonra tırlar ve binek arabaları bineceği için önünüze habire bekleyen araçlar çıkıyor. İçeri koşuyoruz, sırtımızdaki çantaları gören görevli araçların bulunduğu iç kısmı işaret ediyor. Oraya valizler konulabiliyormuş, ama biz geri çıkıp koymuyoruz. Upuzun olan yürüyen merdivenin başında mavi kıyafetli görevliler bekliyor. Öyle bir havaları var ki sanki aşk gemisine biniyoruz, yolcuların izdihamını saymazsak. Biletlerimizi hızlı hızlı topluyorlar, ve kendimizi merdivene atıyoruz. Hala insanların niye acele ettiğini anlayamadık. Aralarda yürüyen merdiven aralıklarında mavi ceketli görevliler size yaşadığınız telaşın tezatı bir gevşeklikle gülümsüyorlar. Yukarı çıktık. Karşımıza resepsiyon çıktı, yataklı odalar için. Sağ mı sol mu derken akan kalabalığa kendimizi bırakıp sağa doğru gidiyoruz. En solda bir restaurant, sağda ve ortada birkaç çeşit kırmızı ve yeşil koltuk var. Hemen karşıda da bir büfe. Şimdiden bloglarda bahsedilen soğuğu hissetmeye başladım. Sağdaki yeşil yuvarlak  koltuklarda uyuyan yatan insanlar var ama biz hala olayı anlayamadık. Koridorun solundaki pulman koltuklara gidiyoruz, rahat sayılırlar. Oturuyoruz. Ben bir yerlerden kimsenin bakmadığını, herkesin bulduğu yere oturduğunu duymuştum bu koltuklara. Güzel bir yer seçiyorum, ama bir Türk arkadaş gelip koltukların kendisine ait olduğunu söylüyor, bilet numarasını göstererek. Benim bilette numara yokmuş, aaa. Ben de görevliye soruyorum, elimdeki biletlerle nereye oturabiliriz diye. Yer bulursan burada yoksa büfenin etrafındaki koltuklarda oturabilirsin diyor. Hemen büfenin oraya hızlı bir geçiş ve 4 koltuk kapış. İkisi totolara,ikisi ayaklara. Yanımızdaki çorap, peştamel, mont, havlu ne buluyorsak çıkarıyor ve ısınmaya çalışıyoruz. Feribotun içi acayip soğuk.  Neyse ki koltuk bulabildik. Feribot Rodostan geldiği için az çok dolu zaten. Etrafa bakıyoruz. Yere battaniye sarıp yavrularını yatıran insanlar mı ararsınız, ağzı açık uyuyanlar mı, üstüne ne bulduysa giyenler mi? Görünüş lüks bir feribot ama sanki mülteci kampı… bu oldukça komik görüntülere de Yunan kanallarından “Ezel”,” Fatmagül’ün suçu ne?” ve benim adını bile bilmediğim Türk dizileri altyazılı dublajsız eşlik ediyor. Feribotun her yeri ayrı bir olay, girişten soldaki bar kısmına gidiyorsun, bu sefer deri koltuklarda uzanıp uyuyan insanlar, üst kata çıkıyorsun açık havada uyuyan insanlar. Açık havaya çıkmışken deli rüzgara karşı koymaya çalışırarak muhteşem gün batımı fotoğrafları çekiyorum ama rüzgar öyle keskin ki kendimi aşağıya atıyorum. Halbuki feribot o kadar büyük ki hiçbir sarsıntı yok ve dümdüz bir karada bekliyormuşsunuz gibi hissediyorsunuz. Yaklaşık 6 saat burada dona dona gideceğiz, neyse ki yanımızda yedek şallar,havlular var ama yine de yetersiz olabiliyor. Büfeden sıcak içecek takviyesi şart. Yine de sevdim bu yolculuğu, gayet perişan olsak da. T yataklı odalara da keşfe gitmiş, beğenmemiş pek küçüklermiş.





Hem aşağıdaki fotodan da görebileceğiniz gibi ekonomi yolcularının zihni sihir projeleri varken , kamaraya tıkılınır mı? (hala elektrik prizlerinin neden tavanda  olduğunu anlamayan ben, arkadaşların yaratıcı fikirlerini takdir ediyorum)..
Heyecanla yolculuk Santorini’ye


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder