Amaç Santorini, araç Kos idi. Bol bol ışıkları bize göz
kırpan ada nedense yıllardır hiç dikkatimizi çekmemişti. Biz hariç kalan aile
eşrafının Mayıs ayında yaptıkları ziyaret bizi de meraklandırmıştı. Hem
Santorini’ye feribot akşam saatleri gidiyordu, günü birlik bir Kos gezintisi de
fena olmazdı diye düşündük. Kos Bodrum, özellikle de Turgutreis’e çok yakın
olduğu için her gün iki taraflı feribot mevcut. Genelde sabah giden feribotlar
akşam 4 buçuk 5 gibi dönüyorlar.
Biz de en yakın durak Turgutreis’ten 20 dakikalık Türk
feribotuna bindik. Aldık ya tecrübeleri bizimkilerden, uygulayacağız. Önce
küçük tren turu ile biraz gezinti, belki bir plaj turu ve Nick the Fisherman’da
güzel bir yemek ve mutlaka Mythos. Mythos için Ayhan Sicimoğlu’nun meşhur
lafını kopya çekebilirim “Hastasıyım”.
Limanda biraz uzun bir sıranın önüne geçme mücadelemiz,
Avrupa birliği vatandaşlarının önceliklendirilmesi ile suya düştü. Ellerimde
annemin tipimize bakmadan sanki 1 hafta yolculuğa çıkıyormuşuz ya da Somaliye
gidiyormuşuz gibi tutturduğu şeftali, portakal, börek çörek dolu poşetin
ağırlığını hissetmeye başlamıştım bile. Pasaport kontrolünü geçip de kıyıdan adanın
içine yürümeye başladığımızda ise bana adada olmanın verdiği bir hapis duygusu
ağır geldi. Akşam bineceğimiz feribotun internetten aldığımız biletini
bastırmalıydım hemen, zaten Santorini’de bizi limandan alacaklar mı
almayacaklar mı diye acayip streslenmiştim.
Bilgi görcü böcüğü: 2013 kayıtları ile Santorini’ye
ulaşmanın en kolay yolu (pırpır uçaktan ve uzun Atina aktarmasından
hoşlanmıyorsanız) feribotla gitmek. Tanıştırayım Blue Star Ferries. İnternetten
bileti alıp, Kos adasında bilet çıktısını almanız gerekiyor. Hemen liman
çıkışında sağ tarafa yürüyüp karşıya geçince belediye binasının altında
bulabilirsiniz firmanın ofisini. Biletler ekonomik alırsanız gidiş dönüş 35
avro civarında. Yalnız her gün feribot yok, genelde iki günde bir. Dolayısıyla
giderseniz ya ertesi gece dönmeniz gerekiyor ya da 2-3 gün daha Santorini’de
kalmanız, ada fobiniz yoksa…
İkinci mühim bilgi, Santorini’ye feribot gecenin geç
saatleri varıyor ki o saatte çok fazla taksi imkanı olmuyor. Ya da taksiler
hemen bitiveriyor. Sizi ücretli, ücretsiz limandan alan bir otele rezervasyon
yaptırmanız çok akıllıca oluyor. Böyle gece gece perişan olmaktan
kurtuluyorsunuz. Booking.com’da
resepsiyonu gece de açık, limandan transfer yapan uygun otel bulmakta oldukça
zorlandım doğrusu. Limana en yakın yerleşim birimi Fira olduğu için bu civardan
otel odası ayırtılabilir.
Oda ayırdığım otele hem mail ortamında hem de Booking.com
aracılığı ile limandan transfer istediğimizi belirtmiş ama bir türlü geri
bildirim alamamıştım. Gece gece açıkta kalmanın yarattığı gereksiz bir
gerginlik vardı üzerimde. Kol kaslarım ise şeftali, börek, portakalların
etkisiyle aşağı doğru akmaya başlamıştı. Hemen liman çıkışı sağdaki tren bileti
satan kadına Blue Star Ferries’in ofisini sordum. Fiş makinasına kağıt koyan
kadın pişkin pişkin bana sorumu cevaplayamayacağını, aynı anda iki işi yapamadığını
söyledi. Bu laf üzerine gerginliğim sinirle buluştu, hemen geriye dönerek T’ye
“gıcık kadın Türk olduğumu anladı, bana gıcıklık yapıyor. Hem de iki işi bir
arada yapamıyor” diye sinirlendim. “Ben
bulurum ofisi, ahha karşıda hemen karşıya geç” dedim. İşimiz hallettikten sonra
gerginliğimden nasibini ellerime ağır ağır poşetleri tutan annem aldı. Bütün
gün bunlarla gezemem, hadi şu parka gidip tüketelim. T, gergin halimden korkmuş
olacak ki, itiraf ediyorum ancak Mythos aldı gerginliğimi” hemen ilk bulduğumuz
parka oturup meyveleri tüketmeyi teklif etti. Hem söylendim hem de hiç hoş
bulmadığım parkta sıcağın altında meyveleri tükettik. Bizimkiler daha önce
geldiklerinde hep Türk olduklarının fark edilip “Hoş geldin komşu diye sempatik
karşılandıklarından bahsetmişlerdi.
Neden o kadın bana gıcık davranmıştı? Çok gergindim. Meyveler azalıp yüküm
biraz azalınca, hem de T kalan yükü çantasına atınca bayağı rahatladım. Bol bol
palmiye ile süslenmiş, teknelerin bulunduğu sahilden yürüyerek geri gittik tren
gezisi satan yere. Amacımız ada hakkında fikir sahibi olmak ve ondan sonra
günümüzü planlamaktı. “Ben bilet almam o kadından” dedim ve T’yi gönderdim
savaş meydanına. Bir de ne göreyim T halinden oldukça memnun sohbet ediyor
bayanla. Neler oluyor? Günümün kötü geçmemesi amacıyla anlamsız gerginliğimi
üzerimden atarak kalabalığı yarıp arabanın ön vagonuna binip, kendimi geziye bıraktım.
Yeşil tren yavaş yavaş ilerlerken sağı solu anlatan bir ses geliyordu. Sağda
gördüğünüz muhteşem kalıntılar zamanın yerleşim birimimiymiş, pazarıymış gibi.
Maalesef Türkiye’min karış karış arkeolojik kalıntılarını görünce bu kalıntılar
bana pek bir şey ifade etmedi ama yine de sonra aralarında şöyle bir gezmeyi
kafaya koydum.
Mini mini yolculuk bitti.
Kalıntıları, meydanını bir de kalesini gezelim yeter dedik. Zaten ada
bizim kıyı kasabalarından çok farklı değil. Sadece bazı yerlere göre daha
düzenli ve bakımlı denilebilir. Çok yaşlı ağaçlar var her yerde. Bir de her
yerde bisiklet yolları ve bisikletliler. Hollanda anılarım ve oradaki sevgili bisikletim
Mercimeği özletti bu görüntüler bana. Kos adasında havaalanı var ve genelde Avrupa’nın
charter uçuşlarının büyük kısmını ele geçirmiş Ryan Air buraya bol bol uçuyor.
Özellikle de Kuzey Avrupa’dan. Oradaki insanlar da bisiklet alışkanlıklarını
buraya taşımışlar, belediye de bisiklet yolu yapmış her yere. İyi de olmuş.
Önce Kos meydanına gittik. Meydanın hemen solunda altında
bir cafenin bulunduğu ve babamın bu yüzden oldukça sinirlendiği Defterdar
İbrahim Paşa camisi var. Yanındaki marketi de gezdik ama ben paketler içinde
bizimkiyle alakası olmayan turistik baklavaları, kadayıfları paketler içinde görünce az biraz sinirlendim. Döner, dolma, cacık,
rakı ve kahveden sonra yeni bir savaş ufukta gözüküyor sanırım. Baklava, kadayıf
savaşları. Zeytin ve zeytinyağların üzerindeki acayip fiyatları da görünce
kendimi zar zor attık dışarıya. Arka taraflardan giderek kalıntılara bakalım
bari dedik. Önümüze tek dişi kalmış canavar misali tek bir minare çıktı. Üzülsek
mi sevinsek mi bilemedik. Genelde koruduğumuz kiliseleri aklıma geldi, ama
sonra Göremedeki kiliselerin resimlerinin taşlanmış olması aklıma geldi. Yorum
yapamadım. Kimin haklı, kimin haksız olduğunu anlayamadığım bir savaşta buldum
kendimi. Aslında hepimiz aynı Tanrıya farklı yollardan inanıyoruz diye binlerce
yıldır insanlığın yaşadığı acılar aklıma geldi. Daha fazla düşünmek istemedim.
Kendimi Roma kalıntılarına vurdum. T dolaşmak istemeyince, tek başıma dolaşayım
dedim, d emez olaydım. Bir an etrafımda kimsenin olmadığı bir yerde karşıma
uzun siyah kıyafetlerinin kendisini daha da kara göstermiş kuru mu kuru esmer
mi esmer bir bayan çıktı. Simsiyah saçlarını tepesinde toplamış bu kadının
sevimsiz suratına itinayla eşlik eden derin kırışıklıklar kendisine dünyadan
değil de Roma efsanelerindeki yer altı dünyasından geliyormuş izlenimi
veriyordu. Belki de zamanında çok Zeyna seyretmiş olabilirim ama bu bayanın
kendisiyle gayet tezat duracak derecede elindeki beyaz dondurmayı sallaya
sallaya peşimden koşması ben de adrenalin patlaması yarattı. Bu kadar turistik
bir yerde bu kadar korkunç bir dilenci ile baş başa kalmak çok sıkıcıydı.
Adımlarımı hızlandırdım önüme çıkan tepeleri kadın arkamdan koşa koşa gelirken
aştım ve birkaç insan gördüm. Rahatladım. Kuytudan kurtulmuştum. Hala arkamdan
bağıran kadın benimle uğraşmaktan vazgeçti ve ters istikamete gidince ben de
koşa koşa T’me koştum. T’m beni sakinleştirmek için Kos meydanına geri dönüp
hemen sağ köşedeki dondurmacıda dondurma ısmarladı. Dondurma fena değildi,
sakinleştim taa ki hesabı görene kadar. Bu kadar hesap abartıydı. Sonra anladım
ki Yunanistan yeme içme konusunda oldukça pahalı, içkiler hariç. Denize girmeme
konusunda acayip kararlıydık. Şimdi plaj bul, duş bul,akşam da feribot var.
Üstelik kimse bizim Türk olduğumuzu anlayıp, sıcacık Komşu muhabbeti de
çekmiyor. Hep o T’nin uzun ince tipi, annesinin deyimiyle davulcu şortu, turist
şapkası yüzünden. Kimsenin aklına normal bir Türk’ün bu kadar ince, zayıf, uzun
ve Türk kasından mahrum olacağı aklına gelmiyor. Kos meydanının etrafındaki bol
bol hediyelik eşya satan, bizim Ege sokaklarına benzeyen sokaklarda geziyoruz
sonra arka sokaklardan giderken kaleye doğru yaklaşıyoruz. Karşımıza yine
kullanım dışı bir cami çıkıyor. Caminin bahçesindeki abdest alınan çeşmenin
ayaklarının Bizans sütunlarına benzemesi de dikkatimizi de çekiyor. Bu çeşmenin
hemen yanında kocaman içi yarık bir ağaç vardı. Meğer Bu ağaç Hipokratın
zamanında altında ders verdiği ağaçmış. Tabii bu biyolojik olarak mümkün olmasa
da, yer olarak doğru olabilir. Tam bir köprü ile geçilen Kaleye doğru yol
alıyordum ki T dedi ki senin oğlan gelmiş. Adaya ilk geldiğimizde heyecanlı bir
şekilde feribot ofisini ararken ilk bankta oturmuş, sıska esmer 8-10 yaşlarında
havalı güneş gözlüğü ile bir yandan caka yapan bir yandan da elindeki Yunan
sazı diye tanımlayabileceğim müzik aleti ile yanık yanık şarkı söyleyen çocuk
dikkatimi çekmişti. Söylediği yanık şarkılar çok hoşuma gitmiş ama aceleden
kendisini kaybetmiştik. Şimdi yine karşımıza çıktı. Hem de bonusu, Kızkardeşi
ile. Oturduk karşılarına koyu gölgeden de faydalanarak, ee biraz da ceplerini
doldurduk. Hele hele “veresiye vere vere kalmadi, kalmadii, Allah canimi almadi
almadi” diye bizim yörelerin şarkılarını da Türkiye’de yaşayan Rum şivesiyle
söylediklerinde verdiğim bozuklukların hakkını almanın verdiği mutluluk ile
kaleye gezmeye karar verdik. Ama o da ne kale, içinde kalıntıların olduğu
kaleyi gezmek 3 avro. Vazgeçtik hemen…
Artık yemek mi yesek? Başladık Nick the Fisherman’ı aramaya.
Dolanıp duruyoruz, bir türlü bulamıyoruz. Bir oraya bir buraya sorarak limanın
tam karşı kıyısına gelen plajın yan tarafındaki restaurantı bulduk zar zor. Ama
o da ne? Kapalı. Neden? Günlerden Pazartesi. Sağa sola bakıyorum, ekşi sözlük
ve blog çalışmalarında gözüme ilişen Caravelle restaurant dikkatimi çekiyor.
Buranın adanın eski Türklerinden Fatma teyze tarafından işletildiğini
okumuştum. Burayı bulana kadar canımız çıktı zaten. Hadi girelim. İyi ki de
girmişiz. Nick the Fisherman sokağa anlamsız anlamsız bakarken Caravelle
denizin dibinde, oldukça da şirin bir mekan. İçeri giriyoruz. Türküz ya
anlarlar herhalde hemen Türkçe konuşurlar diye bekliyoruz. Oturuyoruz menü
geliyor, her yerde burada Türkçe konuşuyoruz yazıyor ama kimse bizimle Türkçe
konuşmuyor. Ay yine anlamıyorlar, sırt çantalarımız ve T’nin sıradışı tipi yine
Türkü gözünden anlayan tiplerin dikkatini dağıtıyor. Biz de Türkçe konuşacağız
ya canımız hiç istemiyor İngilizce kelimeleri. Zavallı garson kız cımbızla
çekiyor ağzımızdan kelimeleri. Biz yeterince mızmızlandıktan sonra bize nereli
olduğumuzu soruyor. Ohh be Türküz işte, yok mu konuşan Türkçe? Kız gidiyor ve
en sonunda o kadar garson arasından en az Türke benziyor diyebileceğim Fatma
Hanım geliyor. Ne yiyelim ne? Zaten ben
Hastasıyım Mythos içeceğim de yanına? T’nin standart yemeği kızartma, kalamar
tava, Simi karides (simi adasının civarında çıkarılıyormuş), Santorini fava
(favayı da Santorini kapmış) bir de saganaki peyniri istiyoruz. Fatma Hanıma
diyorum ki Benim T yemez karides felan, bak tipimizinden de midemizin çok büyük
olmadığı belli, yarım porsiyon yap bize herşeyi özellikle de balıkları diyorum.
Yemekler geliyor. Önce
tavada sıcacık saganaki peyniri. Sıcakken güzel ama soğuyunca lastik gibi
oluyor bu peynir, çok da doyurucu. Hellimden çok da güzel değil. Kızartma bol
sarımsaklı,, tam bizim damak tadımız. Karidesler beklentimin çok çok ötesinde
kuru, ama ağır değil ve lezzetli yine de çok geldi kedilerle paylaştım. Fava ve
kalamar güzel, Mythos harika,, hastasıyım. Tabii ki bitiremiyoruz yemekleri,
çünkü ya Fatma hanım unuttu yarım porsiyon yaptırmayı çünkü porsiyonlar gayet büyüktü
ya da serviste bir hata oldu. Çünkü Fatma hanım bize gelen servislere bakarak “bizim
yarım porsiyonlar bile büyük değil mi” derken sanki bir hatayı kapatmak
istermiş gibi suratını ekşitti. Zaten hesap da biraz beklediğimizin üzerinde
geldi. Neyse artık. Caravella da yemeklerimiz bitmesine rağmen ön masada
denizin dibinde keyifli keyifli saatler geçiriyoruz. Hem bir Türk müessesine
para kazandırmak hem de güzel bir mekanda zaman geçirmenin verdiği huzur ile
son bir akşam üstü yürüyüş yapıp heyecanla feribot maceramızı bekliyoruz.
Limana geldik. Bekleme salonu şeklindeki Açıkhava koltuklar
tıklım tıklım. Saat gelmiş olmasına rağmen feribot da yok ortalıkta. Şık
arabalar da sıraya girmiş durumda, bekleme alanında ise bir çoğunun balayında
olduğunu tahmin ettiğim bol bol genç çift mevcut.
Bekliyoruz , bekliyoruz. Ve kocaman gövdesiyle mavi feribot
uzun uzun düdüğünü öttüre öttüre yaklaşıyor. Bekleme salonunun kapıları
açılıyor. Daha önce Ryan air da yaşadığım maceraya benzer şekilde kapılar
açılır açılmaz insanlar feribota koşmaya başlıyor. Yine T ile birbirimize
şaşkın şaşkın bakıyor, şoku atlattıktan sonra da biz de koşan gruba katılmaya
başlıyoruz. Feribot o kadar devasa ki, tepesini görebilmek için boynunuzu tam olarak
çevirmeniz gerekiyor. Yolculardan sonra tırlar ve binek arabaları bineceği için
önünüze habire bekleyen araçlar çıkıyor. İçeri koşuyoruz, sırtımızdaki
çantaları gören görevli araçların bulunduğu iç kısmı işaret ediyor. Oraya
valizler konulabiliyormuş, ama biz geri çıkıp koymuyoruz. Upuzun olan yürüyen
merdivenin başında mavi kıyafetli görevliler bekliyor. Öyle bir havaları var ki
sanki aşk gemisine biniyoruz, yolcuların izdihamını saymazsak. Biletlerimizi
hızlı hızlı topluyorlar, ve kendimizi merdivene atıyoruz. Hala insanların niye
acele ettiğini anlayamadık. Aralarda yürüyen merdiven aralıklarında mavi
ceketli görevliler size yaşadığınız telaşın tezatı bir gevşeklikle
gülümsüyorlar. Yukarı çıktık. Karşımıza resepsiyon çıktı, yataklı odalar için.
Sağ mı sol mu derken akan kalabalığa kendimizi bırakıp sağa doğru gidiyoruz. En
solda bir restaurant, sağda ve ortada birkaç çeşit kırmızı ve yeşil koltuk var.
Hemen karşıda da bir büfe. Şimdiden bloglarda bahsedilen soğuğu hissetmeye
başladım. Sağdaki yeşil yuvarlak
koltuklarda uyuyan yatan insanlar var ama biz hala olayı anlayamadık.
Koridorun solundaki pulman koltuklara gidiyoruz, rahat sayılırlar. Oturuyoruz.
Ben bir yerlerden kimsenin bakmadığını, herkesin bulduğu yere oturduğunu
duymuştum bu koltuklara. Güzel bir yer seçiyorum, ama bir Türk arkadaş gelip
koltukların kendisine ait olduğunu söylüyor, bilet numarasını göstererek. Benim
bilette numara yokmuş, aaa. Ben de görevliye soruyorum, elimdeki biletlerle
nereye oturabiliriz diye. Yer bulursan burada yoksa büfenin etrafındaki
koltuklarda oturabilirsin diyor. Hemen büfenin oraya hızlı bir geçiş ve 4
koltuk kapış. İkisi totolara,ikisi ayaklara. Yanımızdaki çorap, peştamel, mont,
havlu ne buluyorsak çıkarıyor ve ısınmaya çalışıyoruz. Feribotun içi acayip
soğuk. Neyse ki koltuk bulabildik.
Feribot Rodostan geldiği için az çok dolu zaten. Etrafa bakıyoruz. Yere
battaniye sarıp yavrularını yatıran insanlar mı ararsınız, ağzı açık uyuyanlar
mı, üstüne ne bulduysa giyenler mi? Görünüş lüks bir feribot ama sanki mülteci
kampı… bu oldukça komik görüntülere de Yunan kanallarından “Ezel”,” Fatmagül’ün
suçu ne?” ve benim adını bile bilmediğim Türk dizileri altyazılı dublajsız
eşlik ediyor. Feribotun her yeri ayrı bir olay, girişten soldaki bar kısmına
gidiyorsun, bu sefer deri koltuklarda uzanıp uyuyan insanlar, üst kata
çıkıyorsun açık havada uyuyan insanlar. Açık havaya çıkmışken deli rüzgara
karşı koymaya çalışırarak muhteşem gün batımı fotoğrafları çekiyorum ama rüzgar
öyle keskin ki kendimi aşağıya atıyorum. Halbuki feribot o kadar büyük ki
hiçbir sarsıntı yok ve dümdüz bir karada bekliyormuşsunuz gibi hissediyorsunuz.
Yaklaşık 6 saat burada dona dona gideceğiz, neyse ki yanımızda yedek
şallar,havlular var ama yine de yetersiz olabiliyor. Büfeden sıcak içecek
takviyesi şart. Yine de sevdim bu yolculuğu, gayet perişan olsak da. T yataklı
odalara da keşfe gitmiş, beğenmemiş pek küçüklermiş.
Hem aşağıdaki fotodan da görebileceğiniz gibi ekonomi
yolcularının zihni sihir projeleri varken , kamaraya tıkılınır mı? (hala
elektrik prizlerinin neden tavanda olduğunu anlamayan ben, arkadaşların yaratıcı
fikirlerini takdir ediyorum)..
Heyecanla yolculuk Santorini’ye

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder